27 Kas 2010

ETKİ... TEPKİ...

Nereden başlasam acaba?

Şimdi bu blogu takip edenler var, beni - ya da bizi - tanıdığı için okuyanlar var, ben rica ettiğim için bakanlar var, googledan aratıp görenler var, kendi bloglarına benzediği için fark edenler var vesaire bir sürü insan...

Tepkiler genellikle iyi, yani aslında, nasıl diyeyim bilemiyorum... Tepkiler - kimse üstüne alınmasın ama - iyi değil aslında....

Benim bu yazma işine başlama niyetimin yanından bile geçmiyor açıkçası.... Ben niye yazıyorum peki? Niyetim ne?

Ben sadece, 'Bu hayatta Özgür "Duran" bir kız çocuğu var, ismiyle müsemma' demek istedim...
Ben sadece, "Yolda sokakta gördüğümüz herhangi birini yargılayıp geçmeden önce, hayatın ona atmış olabileceği çelmeleri de hesaplamak gerekir" demek istedim...
Ben sadece, "Çocuğunuza, yeğeninize, sokaktaki çocuğa - fark etmez aslında - bakarken sadece boyutları küçük bir beden görün, bunun dışında onların hiçbirimizden aşağı kalır yanı yok, hatta bizlerden daha dirayetliler" demek istedim...
Ben sadece, neyse....

Görüştüğüm, mesajlaştığım, arkadaşlarım ya da hiç karşılaşmadığım insanlar, "çok zor olmuş" ya da "sen çok iyi bir annesin" ya da "allah sabır versin" den başka şeyler söylemeliler bence ya da söylememeliler hiç bir şey bulamıyorlarsa...

Lütfen kimse üstüne alınmasın...

Benim niyetim "Hey bakın ne zor bir hayat yaşıyorum, beni takdir edin, kızımı onaylayın" demek değildi bu blogla...
Benim niyetim, "Beni, bizi anlayın" değildi...

Zaten, ben buraya ne yazarsam yazayım, çocuğunuz varsa biraz anlayabilirsiniz, çocuğunuzun, herhangi bir kronik hastalığı varsa biraz daha anlayabilirsiniz ama kesinlikle anlıyorum diyebilmeniz için; çocuğunuzun sekiz sene boyunca sürekli nöbet geçirmesi, durması için tıbbın ve sizin elinizden hiç bir şey gelmemesi; yavrunuzun,  "normal" ile "farklı" arasında ARAF'ta kalması; sizin, çocuğu toparlayayım derken, mesleği, yeteneği, eğlenceyi, dinlenceyi, vesaire "Yaşıyorum be!" diyebildiğiniz her şeyi bir kenara bırakmanız ve buraya daha fazla yazamayacağım bir çok şeyi bir arada yapmanız gerekir...

Bunları okuyan çeşit çeşit insanın, yazılardan ders çıkarması, durumlarına -bulundukları yere göre- şükretmesi,  ya da başımıza gelenlere kader, alın yazısı demesi, ya da kendince materyalist bir şeyler bulması, açıkçası umurumda değil... Daha önce de yazdığım gibi herkesin acısı kendine ve herkes bir şekilde içini serinletecek bir şeyler buluyor hayatta, nefes almaya devam edebilmenin gereği bu sanırım...

Bu blog ilk aklıma geldiğinde, internette neler var diye gezinirken rastladıklarımdan birinin başlığında kocaman harflerle, "para, yardım toplamıyoruz" gibi bir şeyler yazıyordu, çok ağır sorunları olan bir çocuğundu hatta sanırım öldü sonra, facebook'ta da var bir sürü... Aslında bu yaşamların her biri kendi içinde barındırıyorlar hikayelerini sebepleri ve sonuçlarıyla...

Hayata gözünü kapayıp, sırça köşklerinde yaşayıp giderken farkında olmadığımız bu öyküler, bir afetle karşılaşıp, köşkümüz başımıza yıkıldığında ya da bir sebeple kafamızı kapıdan dışarı uzattığımızda gözümüze batıyor maalesef.

Şükür ki ben hiç öyle olamadım, hayatla hep bir sürü derdim oldu ve yine şükür ki kızlarımın da var hayatla dertleri... Hepimiz görmek için bakıyoruz ve yine şükür ki baktığımızı görüyoruz...

Neyse konu dağılıyor... Ben demek istedim ki...

Bir şey demek istemedim... Sadece yazdım işte... Bu yazdıklarım bir şekilde yaşantınızdaki bir şeyleri -olumlu ya da olumsuz- isteğiniz dışında değiştirdiyse çok özür dilerim...

25 Kas 2010

AYRIK OTU'M, KARDELEN'İM, ÖMRÜMÜN TÖRPÜSÜ, ÖZGÜR'ÜM...

Biz dört kişilik bir aileyiz...
Ben, eşim, Yağmur; Temmuz doğumluyuz, Özgür Kasım...

Şimdi ben bu yazıya ay başında başlamışım, doğum günü nedeniyle yazacakmışım ve bu ayın son günlerini yaşarken, Özgür'ümün neden bu kadar bizden farklı büyüdüğünü ve yine farklı yaşadığını anlatacakmışım...

Becerebilirsem tabi...

Bir arkadaşım Özgür'ün nöbetleri için "Bu onun gerçeği" demişti... Periyodik olarak, inatla, sürekli geçirdiği nöbetlerin aslında onun 'rutin'i olduğunu söylemeye çalışmıştı sanırım... Şimdi bakıyorum da nadir zamanlarda da olsa nöbetsiz uyandığında - biz de tabii - şaşırıyoruz hep beraber, bir garip geçiyor sanki o gün, hatta gergin diyebilirim... Buna rağmen - yani bunca nöbete rağmen - ayakta durabilmesi, vazgeçmemesi, genelde mutlu olması... Evet yazının burasına şöyle başlayacaktım: " Ben, eşim ve Yağmur hasta olduğumuzda huysuzlanırız, çekilmez oluruz, bütün canımız acıyan yerimizdedir "

Ya Özgür???

Buraya kadar yazdığım bütün yazılar tamamıyla gerçektir, hepsi teker teker başımıza gelmiştir ( başımıza??? düzeltiyorum Özgür'ün başına gelmiştir )

Hayatın, yaşamanın böyle bir şey olduğunu mu zannediyor acaba?

Altı aylıktı başladığında ve inanın buraya yazdıklarımın bir bu kadarını daha ya unuttum, ya bilerek atladım, ya da sıkmasın diye yüzeysel anlatıp geçtim, acı pazarlamasını sevmemem de etkilidir bu konuda ... Fakat oturup hesaplasam ( ki bir ara yapıyordum bozmuştum kafayı ) Özgür'ün ömrünün yarısı - abartısız - hastanede geçmiştir... Kimi insanların, özellikle bazı hastalıkların tedavi süreçlerinde, psikolojik destek almak zorunda kaldıklarını hatırlayınca ben Özgür'ün hiçte öyle bir şey zannettiğini sanmıyorum, gayet farkında her şeyin...

Şaştığım, bu durumu nasıl bu kadar iyi karşılayabildiği... Minicik bir beden bazen ( çok zaman ) biz kocaman insanlardan çok daha dayanıklı çıkabiliyor...

Benim iki tane kızım var... İkisi de ( bizler gibi ) normal (!) değiller...

İkisi de ayrı kulvarların yenilmez savaşçıları... İkisi de kendi alanlarında en iyiler... Benim çocuklarım olduğu için yazmıyorum bunları emin olun, hani "kuzguna yavrusu zümrüdü anka kuşu görünürmüş" derler ya...

Değil hiç değil...

Yağmur, ülkenin en iyi okullarından birinde sadece aklı sayesinde ücretsiz okuyor, altıncı sınıfta, 1500 öğrenci içinde ilk 10 da... Özgür'ü zaten biliyorsunuz az çok ama ben yine yazayım, sağlık durumunu göz önünde bulundurarak onu değerlendirdiğinde şaşırmayan, doktor, çocuk gelişimci, psikolog vesaire çıkmadı karşımıza...

Bir çocuk köyü düşlüyorum sık sık... İmkanım olsa Özgür'leri, Yağmur'ları bulup çıkarsam, onları en iyi sağlık ve güvenlik koşullarında, en iyi eğitmenlerle çalışabilecekleri, ama kesinlikle mutlu olabilecekleri bir köy yaratabilsem... Büyürken; cesaretlerini, dayanıklılıklarını, duygu ve düşüncelerini örseletmeden biz normallerin(!) dünyalarına karışabilmelerini sağlayabilsem....

Çok şey mi istiyorum?
Bilmem ki....

9 Kas 2010

EKLEMEM LAZIM....

Her şey olup bittikten sonra, yine toplara bakmaya gittiğini, korkulukların üstüne oturduğunu, bu sırada ayakkabısını düşürdüğünü biraz anlattı dili döndüğünce... Sadece on saniye arkamı dönmüştüm ben ona halbuki...

Bir de Taksim İlk yardım Hastanesi'nden Şişli Etfal'e aktarıldık ambulansla "Bizce bir şey yok ama bir de çocuk cerrahi görsün ne olur ne olmaz" dediler... Ambulanslar normal insanlar için çabucak geçip gitsin diye yol verilen, gürültülü arabalardır değil mi? Bu kadar hastane macerası içinde ilk defa binmek zorunda kaldık ambulansa, geçip gitmesi gereken siren sesinin içinde yer almak, siren sesi olmak bana iyi gelmese de, yaşadığı her şeyi büyük bir olgunlukla atlatıp arkasında bırakan Özgür için gayet eğlenceliydi...

Bu arada ofis ikinci katta, altta bir dükkan var bir katta orası, üç kat aşağı düştü Özgür... Apartman boşluğunun birinci kat hizasında yağmur sularından korunmak için bir metrekarelik bir sunta parçası konmuş zamanında... Yağmur o suntayı şişirmiş yağdıkça, Özgür önce onun üzerine düşüp sonra yere çakılmış... Bu kadar ucuz kurtulma sebebimiz de bu... Sadece bir metre açığa düşmüş olsaydı....

Düşünmekten nasıl çıldırır insan bana sorun...

Neyse bu kadar sanırım...

ERTELEYİP DURMA!!!

Beklemek... Zor mu?

Sekiz sene boyunca bekledim... İlkin; "Bir sene boyunca nöbet geçirmezse iyileşmiş sayarız" dediler... Sonra; "Dört yaş civarı azalır biter" dediler... Olmadı; "Yedi yaşında geçer" dediler... Şimdilerde; "Dokuz yaşından sonra nöbetler sorun olmaktan çıkar" diyorlar...

Sekiz sene boyunca gözümün önünden ayırmadım, çok nadir zamanlar dışında; o da olağanüstü güvenlik önlemleriyle... İlaçları, acil durumda verilecekler ayrı tutulur, rutin verilenler ayrı, şimdilerde pili program dışı çalıştırabilen mıknatısı konulur el altına, talimatlar ona göre şu saatte yiyecek, şu saatte yatacak... Yanına annem dışında bir refakatçi daha -ama mutlaka iki kişi-, olur ya peşinden ayrılmamak lazım ama ya çişi gelirse, ya sigara içmeye gittiğinde olursa; öyle ya insan bu  ihtiyaçları var, ben yapabiliyorum diye herkes yapabilir demek olmuyor... Gidilen yeri de görseniz ya bir kaç saatlik bir gala, haksızlık etmeyeyim bir kere sinemaya gittik eşimle aynı muhitte, ya market en fazla ya da yine aynı muhitteki dükkana bir git-gel hemen.... Yılbaşı zamanlarında, eşim fuardayken ya da dükkan çok kalabalık olduğunda gitmeme rağmen evden gelen telefonla çok koşturmuşuzdur çukurcuma caddesinde telaşla...


Şimdilerde bir ofisimiz var, oradaki işlerin çoğunu evden de yapabiliyorum, yapamadığım zamanlarda ya da Özgür'ün eğitime gittiği günlerde beraber gidiyoruz çalışmaya... Beraber gidemeyeceğimiz zamanlarda ya da ortamlarda ise ya ben ( genelde ben ) ya da eşim muhakkak Özgür'le kalıyor...

Sekiz senedir bu böyle...
İkimizinde işi varsa, mesela eşim bir görüşmeye gidiyorsa, oyunu, çekimi varsa mesela; ben - aslında mecburen - onunla birlikte yürütmeye çalışıyorum işleri... O yüzden mesela ofise gelen oyuncular oranın aslında bir home-ofice olduğunu sanıyor... Orada aynı zamanda yaşadığımızı zannediyorlar çünkü orası da Özgür'e uyarlandı mecburen...

Şikayet ettiğimi sanmayın, sadece o gün yaptığım hatanın büyüklüğünü anlatabilmek için düzen hakkında bilgi vermek zorunluluğu hepsi bu....

Bir işe yarıyor olmak hissi, uzun zamandır eksikliğini duyduğum bir his, bu yüzden çalışmak zorunda hissediyorum, istiyorum da aslında yoksa bazı şeylere saplanıp dolap beygirine dönüveriyorum hayatta...

Bir dizi vardı, bunun oyuncu seçmelerini biz yapıyorduk, bu yüzden hergün gidiyorduk ofise, üstüne bir yeni dizinin işi daha geldi seçtiğimiz oyuncu arkadaşların yapımcı firmaya götürülmesi de gerekiyordu, eşim oyuncularla gitti ben de ofiste çekim yapıyordum son on - onbeş gündür yaptığım gibi... Aslında ofisteki herşey Özgür düşünülerek ayarlandığı için gayet güzel idare ediyorduk o güne kadar... Özgür'e de iyi geliyordu ya da öyle düşünmek istiyordum... Gelen giden insanlarla iletişim kurması, onun için de iyiydi. Çok seviliyordu, sevdiği insanlarla oyun bile oynadığı oluyordu. Neyse tam bir "çocukta yaparım, kariyer de" yanılsaması içinde çalışıyordum işte...

Hiç aklıma gelmemişti balkon... Olaydan iki - üç gün önce elimden tutup götürmüştü beni balkona, yandaki okuldan, balkonun baktığı apartman boşluğuna düşmüş yedi - sekiz tane topu gösterip, istediğini söylediğinde bile savdım başımdan " ben sana yeni top alacağım , boşver onları" diye... Hiç düşünemedim...

O kadar meşguldüm ki...

Ofisin ön kısmında büyük bir oda var, bu odadan çıktığımız koridorun sonunda da iki oda daha, biri çekim yaptığımız oda, diğeri balkonlu oda... Ofisin ön kısmındaki büyük odada bekleyen oyuncularla birlikte bilgisayarda oyun oynuyordu onu bırakıp arka tarafa video kaydı almak üzere gittiğimde... On saniye çekim almamıştım ki bir gürültü duydum, yan tarafta bir okul bahçesi olduğu için bu tür gürültüler hep oluyordu, kestim kaydı... Kayıtta yabancı ses olmasını istemediğimden kestim...
Sonra Özgür'ün canının acıdığı belli "Anne!" çığlığını duydum ama hala balkon gelmiyor aklıma, çıktım odadan ofisin içinde Özgür'ü arıyorum, ön tarafa koştum "Özgür nerde" diye sordum ön odadaki habersiz, şaşkın kalabalığa...Paniğimi anlamadılar tabii... Sesinin geldiği yeri bulana kadar sanırım beş saniye kaybettim, dediğim gibi hiç aklıma gelmemişti balkon, aşağıdaki topları gösterdiğinde bile...
Aşağı baktığımda gördüğüm sahne gözlerimin önünde hala, bazen rüyalarıma giriyor, tekrar tekrar yaşıyorum o günü, yaşamalıyım da benzer bir hatayı tekrarlamamak için...
Özgür yüzü koyun yatıyordu, orada tam manasıyla "dip"teydi, bacakları ayrılmış onlarda yapışmışlardı zemine, arkasından atlamak istediğim an, kafasını kaldırıp "Anne!" diye tekrar seslenince, bir anlamda hayatımı kurtardı benim... Yoksa o an tek aklıma gelen arkasından atlamak fikriydi... Sadece " Kıpırdama, geliyorum yanına" diyebildim...
Merdivenleri indim, en dibine kadar fakat kapı falan yok, apartman boşluğuna çıkışı bulamıyorum... Apartman boşluğuna aşağıdaki dükkanın arka tarafından geçiliyormuş, dükkan sahibi yolu gösterdi sağolsun, o da duymuş gürültüyü ne oluyor diye bakmış, Özgür'ü görünce şok olmuş, neyse geçtim arkaya, buldum sonunda Özgür'ümü... Kıpırdamamış, beni bekliyordu gözleri yaş, her tarafı çamur içinde...
"Kaldırmayın sakın" diye bir ses, "Ambulans çağıralım" diye bir ses daha, "Cevap vermiyor ambulans" sesi, "battaniyeye saralım" sesi.... Hepsi ses ama bir anlam ifade etmedi yani... Baktım Özgür'e yüzünün üstüne düşmüş, ilk bakışta yüzünün bir tarafı içeri göçmüş gibi geldi, yoktu sanki yüzünün yarısı...
Kalbimi, beynimi eğitmişim ben, sanırım yani... Derin bir nefes almalısınız ve acilen kendinize gelmelisiniz çünkü siz dik duramazsanız, o çocuğun durumu olduğundan daha kötüye gider ne olursa olsun... Dikkatle baktım bir daha sadece bana öyle gelmiş, yine de çok iyi durumda sayılmazdı yanağı...
Üstüne eğilince ben, Özgür kendini kaldırıp sarıldı bana bir koluyla, öbür kolunda benden daha sıkı tutuğu bir top... "Anne ayakkabım düştü" dedi... Konuştu benimle, sarıldı bana, ambulans gelemedi, güvendim kucakladım, çıkardım onu...
Kucağımda çocukla, çok koşmuşluğum vardır hastane aciline benim... Bu seferki benim suçumdu ama... Kafamın içinde "Sen ne yaptın salak karı!" diye bağıran bir sesle, kucağımda Özgür koşmaya başladım sokakta. Yol ayrımında durdum, ilk defa ne tarafa gideceğimi bilemedim, esnaf aşağı diye yönlendirdi beni, oyunculardan bir kaçı gelmiş peşimden, kucağımdan Özgür'ü almak isteyenleri tanıyamadım, vermedim, sonra Gürkan geldi, ona verdim galiba, bir şekilde kendimizi Taksim İlk Yardım Hastanesinin acilinde bulduk...

Sedyeye yatırdılar, keserek çıkardılar giysilerini, Özgür ilk şoku atlatmış dolu dolu ağlıyordu, ağlaması iyi diye düşünüyordum. Eşimi bulmalıydım ama telefon, para hiç bir şey almamıştım yanıma. Kan aldılar, tetanoz aşısı yapılmalı, beyin pili var MR'a giremez, İlaca dirençli Epilepsi hastası, bunları sıralayıp duruyordum gelene gidene, kayıt meselesini hatırlayamadığım birine para vererek çözdük sanırım... Eşim muhit olarak bayağı uzaktaydı, birinin telefonunu alıp aradığımda "Bir şeyi yok de bana nolur!" dedi ama hala emin değildim...
Oradan oraya sedyeyle taşımaya başladık, röntgen çekeceklerdi, uyuklamaya başladı, telaşla vazgeçip acil tomografiye götürdüler... Doktorlar telaşlanınca korkun hastanızdan, bunu öğrendim ben bu kadar hastane tecrübesinden, içeri girdik, bütün vücudunu taradılar, kıpırdamaması gerekiyordu ama uyumaması da gerekiyordu fakat durmuyordu... Dışarıya "Özgür'ün bir yakını daha gelsin" diye bağırdılar, oyunculardan bazıları hala dışarıda bekliyorlardı ama benden başka yakını yoktu ki Özgür'ün... Ben de aynı zamanda onun o hale gelme sebebiydim... Ne yakın'dım ama!!! Eşim girdi içeri, gelmiş bekliyormuş kapıda zaten, onu görünce sevinç, üzüntü, utanç duyguları girdi birbirine... Sakinleşti Özgür tomografi çekilene kadar kıpırdamadı, şarkı söyledim ona ağlaya, ağlaya... Bir süre sonra da polis geldi, kaza raporu tuttular ama beni tutuklasalardı da itiraz etmezdim...

Sadece ön dişlerinde hasar vardı Özgür'ün, dudağı patladı, morlukları vardı....  Tanıdık bir dişçi arkadaşa götürdük taburcu olduktan sonra, ertesi gün de dişçilik fakültesine, sadece sallandı bir zaman öndişlerinde biri yamuk kaldı.... Piline de baktırdık o gün o da sorunsuz çalışmaya devam ediyormuş.... Çok ucuz atlattık yani....

Bu tabi yaptığım hatayı aklamıyor kesinlikle...


Hiç arkamı dönmedim ben Özgür'e o güne kadar, hiç gözümden ayırmadım, gerektiğinde uyumadım, gerektiğinde tuvalete gitmedim, sigara içmedim, yemek yemedim... Hiç ayrılmadım çocuğumun başından... O güne kadar...Gerçekten....

Yazamadım bunu uzun süre, anlatma sırası gelmişti halbuki... Kaçamıyorsun ama onunla yaşıyorum çünkü hep... Yazdım işte... Bu da bitti....

1 Kas 2010

ÖZGÜR'ÜN DOĞDUĞU GÜN

İlkin, öğretmenine söyledik bugün Özgür'ün doğum günü olduğunu, derste pasta boyadılar beraber... Eve dönerken durağa kadar ona iyi ki doğdun Özgür şarkısı söyledik... Yaklaştığımızda yemekte ne istediğini sorduk menüyü verdi... Hazırladık, güzelce yedi, babası pasta almış ona, ablası defter almış hediye olarak... Pastanın mumlarını daha yakmadan, üfleyeceğim diye tutturdu... Karşı daireden dört yaşındaki kuzeni Deniz'i de çağırdık, üfledi en sonunda pastasını, rahatladı :) Oynadılar sonra beraber, mutluydu... Bu da bize yetti...

Yetinmeyi öğreniyor mu insan? Öğrenmek zorunda kalıyor demek daha doğru... Yaşıtlarının yaptıklarına takılıp kalmaktansa, yapabildikleriyle mutlu olmak ve mutlu olmasını sağlamak gerekiyor...

Kuzen Deniz'in annesi de farklı gelişen çocuklarla çalışan bir öğretmen, kendi öğrencilerini anlattı biraz, Özgür'ün farklı bir yerde olduğunu da söyledi tekrar...

Farkındayım zaten ama insanın yüreğinin burkulmasını önlemiyor ki... Önleyemiyor... Ona her baktığımda "sağlıklı olsaydı nasıl bir çocuk olurdu?" düşüncesi geçiyor yüreğimden... Beynimden, aklımdan değil yüreğimden geçiyor ve maalesef yakıp geçiyor... Boğazımda yutkunamadığım bir yumru duruyor sekiz senedir... O yumrunun bu kadar uzun süredir orada olması, değiştiriyor beni de ister istemez...

Çok uslandım mesela... Eskiden yolda bir kavga görsem, haklı gördüğümün tarafından karışıverirdim kavgaya, kaçıyorum artık, o kadar anlamsız geliyor ki çünkü... Hayatta asıl olanı kaçıran, es geçen o kadar çok insan var ki... Onları geçip giderken, düşündüğüm tek şey; hayatın herkesi bir şekilde tokatlayıp kendine getirdiği oluyor...
Hayat mutlaka bir gün, bir yerde, bir şekilde tokatlıyor insanı ve kendine getiriyor... 'Sıramı savdım ben' diye düşünürken, ikincisini yiyiveriyorsunuz çünkü akıllanmayana, inat edene tekrar vurmaktan da çekinmiyor asla...

Ben şimdiye kadar üç kere yedim, akıllanmışımdır artık diye umuyorum :)