10 Eki 2011

BUNU YAZMAM LAZIM!!!!

Bir arkadaşım.... Senaryo yazmaya çalışıyor... İşimiz bu ya!!!! Çaktırmadan beraber yazıyoruz... Çaktırmadan Bizi(!) Yazıyoruz!!!!!

Der ki: Nasıl yazarsın?...

Derim ki: Gelişine yazarım.....

Der ki: Ne sorarsın?....

Derim ki: Ben sormam metin sorar zaten!

Der ki: Ya aslında benim niyetim....

Derim ki: Anladım burasını yazacaksın....

Der ki: Hepinize bir şeyler buldum amaaaaa????!!!!!

Derim ki: Bulamadığın kimedir????

Der ki: Bir sen bir de Özgür'e yazamadım?????

Derim ki: Biz özel insanlarız yazamazsın!!! :))))

Der ki: Özgür'ü fazla yaramaz bir çocuk düşündüm ama???? Olmaz!!!! yani O Özgür olmaz!!!!

Derim ki: .............................................................

Yoruldum düm düz yazıvereyim....

Arkadaşım der ki: Ben bu ajansın hikayesini yazmak istiyorum... Hepinize bir "tip" oturttum ama Özgür'e oturtamıyorum...

Sebep:??????

-Hani çoook yaramaz bir çocuk yazsam... Olmaz .......

Alt metni direk yazayım ben size... hatta bütün yurdum insanının genel geçer kanısıdır bu.... Şudur ki: Hani lösemi olsa ya da otistik ya da sakat yani bildiğin kolu bacağı olmayan çocuk... Yazılabilecek ya da en azından oynayabilecek birileri bulunur.... ama Özgür....

Senelerdir ucundan kıyısından bu piyasadayım ki buradayım! diyorum kendi kendime... Ve direk amiyane tabiriyle "cast" bunun adı ki.... Özgür'ü oynayacak "oyuncu çocuk" bulamam ve iddia ederim bulamazlar... Ne de mesela: Yavuz'u... ne de Şamil'i... Hatta Meriç'i.... Hatta yeni yoğun bakımdan çıkan Alp'i.... Hatta ne zamandır haber alamadığım Eren'i .... Hatta Yavuz'u... Ve daha saymadığım daha bir çoğunu!!!!

Yaşadıklarını bir tek kendileri oynayabilirler sanırım... O da tatlı canları isterse :)

Ödüllü oyunculuklar... okulllar.... ekoller.... Bizim çocuklarımızı göstermeye yetmezler....

Sanırım bu kadar!!!!

4 Eyl 2011

ÖZGÜR ya da CHARLİE...

Ne kadar uzun zaman olmuş blogla ilgilenmeyeli... En son Haziran'da yazabilmişim... Eylül ayının birinci günü Özgür hatunun burnu akmaya başlayınca ve korkular, hatıralar canlanınca aklıma geldi blog ne yalan söyleyeyim...
Bir de Dravet Sendrome Fondution grubunda haberleri dönüp duran bebek Charlie... İngilizcem çok iyi değil ama anladığım kadarıyla yaz zatürresinden uzun zamandır hastanede Charlie... Fotoğraflarını yayınlamışlar sayfada burnunda oksijen, elinin üzerinde serum hortumu, önünde rengarenk bir sayılar kitabı hayata tutunmaya çalışan bir küçük beden... Resimlerinden bir buçuk, iki yaşında gibi görünen, gözleri aynı Özgür gibi bakan Charlie.... Fotoğrafları teker teker inceledim, birinde gözünün birisi kapanacak kadar şişmiş ve morarmıştı, aklıma Özgür'ün o hali geldi... Ben de çekmiştim hatta sonra silmiştim unutacaktık ya başımıza gelenleri, hiç başımıza gelmemiş gibi olacaktık hani, her şey geçip bittiğinde görmemeliydik öyle sahneleri, anneliğimizden şüphe ederlerdi ya sonra....

Yürüyüş düzenlemişler Charlie ve diğer Dravet Sendromlu çocuklar için bağış topluyorlar yardım için...

Özgür'ün bebekliğinde yoktu böyle destek alabileceğimiz yerler, gerçi yine yok Türkiye'de ama başka ülkelerde insanlar sanırım daha iyiler bu konuda... O zamanlar eğitimini Amerika'da almış bir doktordan "Dravet"ye benziyor diye duyduğumda konuyla ilgili türkçe yayın bile bulamamış, kendi kendime "tıp ingilizcesi" öğrenmek zorunda kalmıştım.... Konuyu anladığımda inatla tüm semptomları uymuyor diye tutturmuştum bu sefer doktorlara, en son da "border line" diye bir yakıştırma yapmışlardı... Şimdiyse yakınından uzağından geçmiş her türlüsünün farkındalar (sanırım).... O zaman "bilinen" en büyük hasta 16 yaşında diyorlardı... Neler duyduk bu güne kadar bilseniz....

Sadece bazıları: " büyümez! dişleri çıkmaz! yürüyemez! konuşamaz! okuma yazma öğrenemez! ahlak kurallarını öğrenemez!.... (en acıtanı) YAŞAMAZ!!!!!!"

Şimdi  _anlayabildiğim kadarıyla google translate sağolsun _ Charlie'nin yakınları o adar umutlu ki!!! Onun bir savaşçı olduğunu, başına gelenlere rağmen yaşama tutunuşunu, gözlerinin ışığını korumasını, gururla anlatıyorlar... Tıpkı benim yaptığım gibi :)

Ben de buradan eklemek istiyorum bu yazılanlara: "Bütün bunlar bitip geçtiğinde, yani bir gün(!) yedi sene sonra ilk tatilinize korkarak gidip hiç bir hastaneye uğramak zorunda kalmadan güle oynaya geri döndüğünüzde, arka koltukta şarkılara neşeyle eşlik eden çocuğunuza bakıp onunla gurur duyacaksınız... Ve ne onu gören insanların garipseyen bakışlarının, ne "nesi var???" sorularının, ne arkadaşlarınızın okul telaşını sanki yaşıtı çocuğunuz yokmuş gibi izlemek zorunda kalıp yüreğinizin "cızzzz" sesine kulak tıkamalarınızın, ve daha bir çok şeyin hiç bir önemi olmayacak!!!

Onun yerine bir sürü şeyden mesela "SEÇİLMİŞ EBEVEYN" olmaktan gururlanacaksınız...

Sadece biraz daha sabır...

25 Haz 2011

NEREDEYDİK Kİ BİZ?????

Tatildeyiz... Özgür'ün ilk tatili sayılır çünkü yaklaşık 15 aylıkken gelip üç-dört gün içinde ateşli bir enfeksiyon ve sürüyle nöbetle İstanbul'a dönmek zorunda kalmıştık... Neyse tatil öncesinden anlatmaya başlamalıyım aslında...

Yaklaşık iki ay kadar önce telefonum çaldı ve karşıdaki ses Özgür'ün eskiden takip edildiği üniversite hastanesinden aradığını, dravet'li çocukların çok fazla enfeksiyon kaptıklarını fark ettiklerini(!) ve bunu araştırmak istediklerini, bunun için cerrah paşa enfeksiyon bölümüne gidip kan vererek araştırmaya (ve dolayısıyla çocuğumuza) destek olmak isteyip istemediğimizi sordu...

Burada hani "hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti" derler ya işte benim de gözlerimin önünden gördüğüm ya da görüştüğüm her doktora "bu çocuk çok fazla enfeksiyon kapıyor, kolay ateşleniyor, ateş eşiği çok düşük, tüm bunların sebebi (ya da sonucu) nöbetler olabilir mi" diye defalarca sorduğum geçti....

Asistan doktorlara antibiyotik başlamaları için, ateş düşürücü vermeleri için yalvarmalarım (kavga etmelerim, manyak anne olmalarım) geçti.....

"benim çocuğum olsa hayatta antibiyotik vermezdim" diyen kendini bilmez asistanı boğmak yerine "çocuğunuz olsun ve bir gecede 32 tane nöbet geçirsin ve siz sebebinin bir antibiyotikle çözülebileceğini de bilin ama bunun yerine onu vermeyip sabaha kadar çırpınmasını seyretmeyi tercih edin sonra gelip bana bu cümleyi bir daha kurun" dediğim hırsımı alamayıp dudaklarımı yediğim, gözümü kırpmadığım o sabah "anne arıza" diye hocaya şikayet edildiğim hocanın çaresiz kalıp benim tamı tamına yedi gün önce adını söylediğim antibiyotiği reçete olarak yazıp yolladığı geldi gözlerimin önüne....

Aslında son bir, bir buçuk senedir Özgür'ün maaşallahı var, aslında ilgilenmiyorum da demek geldi içimden, bir yandan senelerdir benim çocuğum dravet sendromu değil de diyorum ve kan tahlili de negatif gelmiş olmasına rağmen hala tedavisini bile ona göre düzenliyorlar ama diğer yandan......

Ben can hıraş bir halde doktorlara derdimi anlatmaya çalışırken yani iki sene önce mesela yapılmış olsaydı olsaydı bu araştırma ne olurdu diye düşündüm ve yine gözlerimin önünden Özgür'ü her hastaneye götüremediğimiz geçti....

Götürmek zorunda kaldığımızda "bu kadar çocuk havale geçirmez hanım!" diyebilen hasta bakıcı kılıklı doktor müsveddeleri geçti...

Çocuğun tam 11 yerini delip ilaçlı serum bağlayacak angiocut'ı takamayan hemşireler(!) geldi....

Ve daha neler.... neler....

Sonuçta gittik... Oradaki doktora gerekli bilgileri verdikten sonra ilk sorduğum soru buydu: "NEDEN?" Cevabı çok basitti aslında: " geçenlerde doktor arkadaşlarla oturuyorduk dravet'li çocukların çok enfeksiyon kaptığı konusu açıldı da biz de araştıralım dedik"

Bu kadar basitti evet!

Ve annelerin herhangi birisi (ben olmam şart değildi) CAN KULAĞIYLA DİNLENEBİLSEYDİ bu araştırma belki de seneler önce başlatılmış ve de çoktan sonuçlanmış olacaktı... Ve ben dahil diğer tüm anneler belki de o dayanılmaz sahneyi daha az seyretmek(!) zorunda bırakılmış olacaktık....

Neyse buna da şükür.... Hiç farketmeyebilirdi sevgili ülkemin çok sevgili  "SAĞLIKÇI"ları....

Verdik kanı bakılan beniğm seneler önce Özgür'ü bir onkolog'a götürüp baktırdıklarımın aynısıydı... O zaman da bir şey bulamamışlardı zaten buna sebep....

İyi durumda demişler babaya, o da biz tatile gideceğiz demiş... Onlar da sağ olsunlar tatilde nasıl davranmamız gerektiğini, neler yapabilip neler yapamayacağımızı tarif(!) etmişler :)

Tatilimizin son günlerinde Özgür her gün bir şeyler koydu üst üste bunları yazmak için açmıştım aslında bu sayfayı ama....

Nerelere geldik... Neler anlattık....

13 May 2011

ZAMAN GEÇMEKTE....

Çok uzun zamandır yazamıyorum... Bir ara blogspot kapatıldı 'biri'leri yüzünden... Bir ara ben vakit ayıramadım... Bir ara da vakit ayırmak istemedim sanırım... Durdum öylesine sanki...

Ben durdum ama Özgür durmadı... Koşarcasına büyüdü, gelişti... Okuma yazma öğreniyor, bizimle dişe diş mücadele halinde... 1 Mayıs mitingine bile katıldık birlikte, pankart taşıdı, slogan attı, enstrüman çaldı... Daha neler neler...

Hızına yetişemiyorum bazen, iş güç koşturmaca sırasında hep yanımda olmasına rağmen -sanırım- artık sırtımı dönebiliyorum ona ve ne zaman tekrar dönüp baksam bir tuğla daha koymuş oluyor Özgür o çok sevdiği 'kule oyunu'nda... "İnsan çocuğuna sırtını döner mi?" diye düşünmeyin lütfen... Ben o kadar uzun zaman 'göz hapsi'nde tuttum ki Özgür'ü, bizi tanıyan herkes artık onun yakasından düşmem gerektiğini düşünüyor... Dolayısıyla da ona sırtımı dönebilmem -sanırım- iyi bir şey....

Hayat onun için hala bir oyun olsa da, çok daha fazla şeyin bilincinde Özgür... Yaşıtları gibi bilmem kaçıncı sınıfa gidemese de, -emin olun hatırlamıyorum hatta sormuyorum bile, acıtıyor çünkü hala-  okul gezilerine katılamasa da, Setenay'ın iphone'u var diye beni yemese de... Neyse...

Geçenlerde Özgür'ün huyları hakkında konuşuyorken bir arkadaşımla, -onun üniversite sınavında ne yapacağına dair şaka yapmaya çalışıyordu- bir an duralayıp "girebilecek mi gerçekten?" diye kendi kendime sorarken yakaladım kendimi... O kadar uzak bir gerçeklik gibi geldi ki "o an", "normal çocuk ailelerinin" anlayamayacağı bir başka boyuta geçiyorsunuz... İnsan çocuğunun sınava giremeyeceğini, ne bileyim, evlenemeyeceğini mesela düşünür mü hiç... Hayır öyle böyle değil ciddi ciddi düşünür mü?

Neyse anlatamadım, sanırım hamlamışım yazmaya yazmaya....

Özgür büyüyor, her geçen gün şaşırtıyor bizi ama diğer yandan kocaman bir bebek gibi, hep bir tarafını saklıyor, sanki kirlenmesine izin vermek istemiyor gibi... Duyguları hala dört ya da beş yaşında takılıp kalmış gibi....

Bugün ofise giderken yolda öyle bir coştu ki elimdeki kitabı düşürdüm, içinde de sevdiğim bir resim kalemim vardı...
Başladım söylenmeye: Bak sen böyle yapınca kalemimi kaybettim! diye...
Durdu, bana baktı, baktı, baktı, ben susmuyorum hala söyleniyorum...
- Özür dilerim anne! dedi...
İnanamadım çünkü tonlamasının altında yatanları ancak ben ve onu tanıyan sayılı bir kaç kişi anlayabilirdi...

Okuyorsunuz... Belki anlamaya çalışıyorsunuz, belki öyle bir bakıp geçtiniz, belki "nesi var ki bunun" diye geçiyor aklınızdan....

Benim için öyle böyle değil ama... Kalemimi benimle birlikte aradı Özgür... Bakındı sağa sola, halbuki o sadece duraktaki ağaca sarılıyordu o sırada, buna rağmen inadı bırakıp özür bile diledi.... :)

Zaman geçiyor, benim tahammül sınırlarım gittikçe daralıyor ama bu sefer Özgür bana uyum sağlıyor.... Dönüp ona ve kendime bakmam için beni silkeliyor, hem de benim gibi bıkıp yorulmadan yapıyor bunu... Artık Özgür bana yardım ediyor....

Çok yorgunum, otobüs durağında iki gözü iki çeşme ağlıyorum, elimden tutup kendine doğru çekiyor, yüzüme bakıp "Ağlama hadi, otobüs gelecek şimdi, ofise gideceğiz" diyor... Uçuyor gidiyor yorgunluğum, bir kez daha  nasıl dirençli olabileceğimi, nasıl dik durabileceğimi -yeniden ve kızımdan- öğreniyorum....



Bir gün daha başlıyor bizim için... Çalışmak lazım... Özgür'ümle işe gidiyoruz....

23 Şub 2011

ANLAMSIZ... ANLAMSIZ İŞTE!!!!!

Özgür'e yüzde altmış beş özürlü diyen o raporu alıp Rehberlik ve Araştırma Merkezi'ne gittik bu sabah...
Beynimde "Uyanma bile!" sesinin yankılarıyla kazıdım kendimi yataktan... "Ne olacak?" diye düşünürken ve bu hissi kazımaya çalışırken Özgür: "Nereye gidiyoruz?" diye sordu...

Çocuğunuza nasıl cevaplar verirsiniz???

Yani her şeyi açıklar mısınız hani dürüst olup sizin de bilmediğinizi itiraf eder misiniz yoksa rahatlatmak daha da önemlisi rahatlamak için geçiştirir misiniz onca olanı????

Hiç başınıza geldi mi????

- " Nereye gidiyoruz?"
- " Okula annecim"
- " Senem ablaya mı?"
- " Yok bu başka, yeni bir okul..."
Binaya girilir... Özgür binayı görünce hastane zanneder (ki bütün kasveti ve her şeyiyle benziyordu)... Hastaneye gidilince ne olur? Özgür'e EEG çekilir ya da Özgür'e iğne yapılır ya da Özgür'e MR çekilir ya da Özgür'e.....
- " Hemen bitecek mi????"
- " Hastane değil burası annecim okul... Korkma..."
- " Ama galoş giyelim..."

Girdik içeri, oturduk, Özgür telefonumu istiyor sürekli, müzik dinleyecek çünkü... Rahatlayacak çünkü Nil Karaibrahimgil dinleyerek... 

- " Randevumuz vardı????"
 
Eşimin bile gözlerinde gördüm o korkuyu ben... Daha önce de görmüştüm mesela yoğun bakım kapısında ama bu başkaydı tabi... Ama yine de yüzüne bir çizgi daha eklenirken... 

- " Sağlık raporunuz var mı?"
- " Var..."
Bu yaşananların aslında senaryosu yazılmalı ve çekilmeli... İşim bu olduğundan değil gerçekten... Çekilmeli!
Ama paralel kurgu yapılmamalı mesela çekerken... Kamera bir ben'de olmalı, bir baba'da, bir öğretmen'de dönüp bir de sıra bekleyen diğer hayatların gözünde olmalı kamera ve aynı sahne tekrar tekrar işlenmeli.....

Mesela öğretmenin rapora göz gezdirişi orada yüzde 65 hasarı görüp kucağınıza alın getirin demesi... Sonra Özgür'ü fark edip şaşırması.... Raporun yazıldığı yere bakması, dönüp Özgür'e bakıp bir daha şaşması, raporun üçüncü satırının beşinci maddesine bakıp tekrar dönüp anne'nin söylediklerine bakması bir daha şaşması, sonra babayı dinlemesi, dönüp Özgür'e bakması, Özgür'ün konuşması, tekrar rapora bakması.......

Sonra dönüp babanın raporu bütün gerginliğiyle öğretmene uzatışı, babanın gözünden kadının rapora göz gezdirmesi, gözleri hala kağıttayken öğretmenin ağzından çıkan "kucağınıza alın" cümlesine itiraz etmek için aynı anda alınan derin nefes.....

Ağızdan çıkan sözler... Voltran'ın birbirini tamamlaması gibi anne - baba ikilisinin birbirini tamamlayan cümleleri....

Hepsi sahne sahne çekilip arka arkaya montajlanmalı...
Filmin adı  da  "......................'NDE KABUS" olmalı.....

Neyse sonuç: Rapor yanlış bir rapor... 
- " Siz şimdi niye geldiniz?"
- " Biz çocuğumuzun hakkı olan ve devletin karşıladığı (herkes için zorunda olduğu aslında) özel eğitim raporu için geldik"
- " Kaç doğumlu Özgür?
- " 2002 sonu"
- " Evet bir devlet okuluna vermek zorundasınız (buraya takılıp arıza çıkarması gereken anne nedense susar) bir test yapalım belki de eve öğretmen atarız"
Çok sevinmiştim bir anlığına... Beni ayrı bir odaya aldılar Özgür'ü babayla ayrı bir odaya... Bu tür zamanlarda sorgu psikolojisi olacak gerekli bilgiyi ben veririm, eşim Özgür'ün sorgusuna girer onu rahatlatmak için  .... Sorulara bütün teslimiyetimle gerekli bütün cevaplarımı verdikten sonra çıktım Özgür'ü bekledim bir umut küçücük de olsa "Hadi kızım!" Sorulara cevap verirse, yani vermek isterse geçer o testi biliyorum....

Özgür sorulara YİNE cevap bile vermemiş... Ev öğretmeni hayalleri ıslanıverdi hemen.....

Neyse sonuç "rapor yanlış bir rapor" Zaten doğru olsa bile amaca hizmet etmiyor....

Raporun nasıl verildiğini tartışmıyoruz hiç....

Neyse,
- "Tekrar aldığınız yere gidip düzelttirin"....
- " Peki"..............................................................................................................


13 Şub 2011

YENİ BİR PENCERE ...

Bugün bir toplantıya katıldım, Epilepsi ve Toplum Derneği'nin toplantısına... Her ayın ikinci pazar'ı yapılıyormuş bu toplantılar. Yaklaşık yirmi, yirmi beş kişiydik maalesef. Türkiye'de bir milyonun üzerinde epilepsi hastası olduğunu düşündüğünüzde, bu sayı gerçekten çok komik kalıyor... Ama yine de bir sürü şey öğrendim...

Bu dernek Türkiye'nin ilk epilepsi derneğiymiş ve resmileşmeye, vakıflaşmaya çalışıyorlarmış. Mobil EEG projelerini çok sevdim mesela, insanların bir EEG makinesi bile bulamadığı yerlere gidip, EEG çekip, İstanbul'da anlaşmalı olacakları hastanede okutup, faydalı olmaya çalışacaklarmış...

Sonra fuar projeleri, müzik grubu, tiyatro grubu gibi niyetleri var, yaz sonuna kadar mutlaka hazır olmak hedefleriymiş...

İnsanlar gördüm ve dinledim, bu hastalık yüzünden boşanmış biri, İstanbul'a gelirken trafik kazası geçirip epilepsi hastası olmuş biri daha, Adapazarı depreminde göçük altından sağ çıkarılmış biri ve uzun süre sorununun epilepsi değil de psikolojik olduğu zannedilerek depresyon ilaçları kullandırmışlar ona iki sene kaybetmiş bu yüzden...

Böyle bir sürü insan gördüm, izledim...

Kırk, kırk beş yaşlarında birini gördüm mesela annesi hala yanındaydı... Kadının yüzü çok güzeldi, milyonlarca çizgi arasından yıpranmış ama henüz ışığı sönmemiş bir çift mavi gözü, bembeyaz olmuş ama düzgünce taranıp topuz yapılmış ipeksi saçları vardı... Belli ki yorgundu ama asla bezgin değildi, o yaşa ve onca yaşanmışlığa rağmen yine de çocuğunun koluna girmiş gelmiş dernek toplantısına... Çıkışta dernek başkanının özellikle söylediği bazı şeyleri tekrar ediyordu oğluna " Bak! o da böyle söyledi, böyle yapalım oğlum" diye... Ne yaşamıştır, ne kadar örselenmiştir dinlemek lazım ayrıntısıyla, hatta gün be gün, olanları dinlemek lazım, anlayabilmek için "beni öldürmeyen şey güçlendirir"in anlamını....

En az otuz beş sene vardı aramızda...
O bakışlar, o duruş benden gençti ama...

Dernek sponsor arıyor... Tiyatro ve müzik alanında destek arıyor... Medya alanında destek arıyor...

Epilepsinin bulaşıcı bir hastalık olmadığını, psikolojik bir hastalık olmadığını, utanılacak bir durumu olmadığını söylemeye, anlatmaya çalışıyorlar...

Ben elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağım... Sizin elinizden gelen bir şeyler olur mu?????

7 Şub 2011

KARMAN ÇORMAN

Nedir yaşadığımız bilemiyorum emin değilim...
Özgür gidiyor ama nereye gidiyor emin değilim...
Bildiğim tek şey gittiği...

Yağmur'da hiç böyle olmamıştı... Çünkü onu hiç sahiplenmemiştim sanırım... Yani sanırım hiç sahiplenmek zorunda kalmamıştım... İstememiştim zaten...

Şimdi tam da "Evet bu çocuğun bana (belki de bize) ömrü boyunca ihtiyacı olacak... Asla yalnız bırakılamayacak anlaşıldı" derken....

Tam bir kişilik parçalanması yaşıyorum...

Sebep 1 - Özgür'ün tam da kendisi...

Sebep 2 - Devlet'in tam da kendisi...

Korumak ya da korunmak... Özgür artık özgür olmak istiyor, aslında hazır bile sayılır ama bir yeri acıdığında ya da istemediği bir şey olduğunda hala 3-4 yaş çocuğu gibi "anne" diye koşabiliyor bana... Sebep hastalığı ya da yetiştirilme tarzı ama bu koşullarda daha iyi ne olurdu bilemiyorum... Aslında "iyi"nin ta kendisi ne olabilir onu bilemiyorum... Kavramlarımı bile kaybettim... Bize öğretilen "sıfat"ların, "zarf"ların hiç bir önemi kalmadı... Bana sorulursa hazır değil!... Ama şimdiye kadar... Yani yaşıtları... Neyse ...

Bir yandan bu... Ya diğer  yandan...

"Eğitim hakkı" dediler... "Devlet karşılıyor" dediler... "Rapor" dediler.... "Raporu halledin ücretsiz haftada iki saat" dediler....

Baba Cerrahpaşa'ya gitti... "Rapor" dedi... Verdiler... Sorunsuz!!!!! Çağırmadılar bile Özgür'ü.... "Görelim" demediler....

Rapor geldi... "O" na göre Özgür 11 yaşında bir kere!!!
Sonra yüzde 65 ÖZÜRLÜ!!!!

Gördüğüm an raporu tepki veremedim... Veremeyecek bir yerdeydim, karşımda bir merkezin iki sekreteri, eşim, annem ve büyük kızım vardı... Yuttum...

Sonra sonra, iki damla yaş döküldü gözümden, bir de can havliyle sürekli gittiğimiz merkezi aradım, onlara da ağladım...

"Ne var ki bunda!" Aylık bağlayabilirlermiş bu raporla bana! Yani bunu yazan her kimse! Bana refakatçi'liği uygun görmüş... Çocuğumu görmeden bile "kıyak" yapmış ve yüzde 65 gibi bir rakamı da uygun görmüş ve Özgür'ü me "özürlü" demiş... Tabi "ilaca dirençli epilepsi" TANISI bunu "gerek"tirirmiş...

Kelimeler...

Öğretmenlerden biri anlattı "Sadece bende üç tane çocuk var daha bir kere görmedim" diye... Çocuklara böyle raporlar alıyorlar, ailelere de, merkezlere de aylık maaş bağlanıyor....

Benim çocuğum da alet oldu... Delirmek üzereyim....

Bu çocuğun adına "ÖZGÜR" diyebilmişken bana yakışır mı delirmek?????

Aslında ne yakışır ama... NEYSE!!!!!