29 Ara 2010

"UMUT" DÖRT HARFLİ BİR KELİME MİDİR?

Üç ay sonunda; pil kontrolü ve ilaç düzenlemesi için yine Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji Bölümü'nün kapısına geldik... Üç gün, iki gece kaldığımız katta bakıyor "hoca" hastalara... Uzunca bir koridorun başındaki pencereden kafayı içeri uzattığınızda, tek kapılı bir dolap, bir sandalye, bir sehpa benzeri masanın başında Emrullah Abi sanki üç ay öncesinden beridir oradan kalkmamış gibi hasta karşılıyor... Hastalar içeri giremiyor çağrılmadıkça, Özgür hariç... Bölümün, VNS "ilk göz ağrısı" olmasından mı, babasının "artiz" olmasından mı, sadece Özgür'ün şirinliğinden mi bilinmez; koridorda, duvarlara asılı yağlı boya tabloların kuşe kağıda basılı hallerine bakıyoruz beklerken sıramızı...
Bekleme salonu merdivenlerin hemen ağzındaki kapının sol tarafında, onlarca bank benzeri birbirine yapışık tabure; karşılıklı duruyor, insan ister istemez süzüyor karşısında veya çaprazında oturan 'hasta çocuk' ve 'hasta çocuk ailesi'ni, ister istemez hatırlanıyor Özgür ya Cerrahpaşa'da ilk VNS uygulaması yapılan çocuk olması dolayısıyla ya da 'artiz' babasından ya da sadece güzel yüzünden dolayı...
Bekleme salonunda duramıyoruz çünkü Özgür'ün VNS'daşlarının aileleri başlıyor sormaya:
- Nasıl, fayda gördünüz mü?
- Nöbet olarak görmedik (gerçekten görmedik)
İnanamaz gözlerle Özgür'ü süzmeler... Duraklayıp, duraklayıp...
- Ama çok iyi görünüyor... Maşallah!
- Biz hep böyleydik zaten (gerçekten böyleydik zaten)
- Demek gelişimini çok etkilemiyor nöbetler...
- Evet biraz geriden de olsa takip ediyor yaşıtlarını...
- Bizimki de.....................................................................

Upuzun bir özet geçiliyor, aralarda duruluyor karşı taraf kendininkinde nasıl olduğunu anlatsın diye, anlatmazsa soruluyor :
- Sizinki nasıl oluyor?????

Bugün doktor hanım, umudu kesmemiz gerektiğini çünkü biz "klinik olarak" görmesekte Özgür'ümün beyninin sürekli nöbet geçirdiğini söyledi... İtiraz ettim! Eski doktorlardan biri dokuz yaş gibi biter diyordu, şu an ona inanmak istiyordum... Anında tıkandı ağzıma umutlarım doktor hoca hanım tarafından:
" Ama onlar gelişim olarak da bitmiş çocuklar, onlarınki biter Özgür'ün nöbetleri bitmez... Yani görülmedi..."

"UMUT" sadece dört harfli bir kelime midir????

Yok mudur içi, dışı, sağı, solu... Nedir UMUT?????

Bir ağırlığı var mıdır? Yoksa tüy gibi hafif bir şey midir ki hoca hanımın bir 'püüüüfffff!!!' lemesiyle yok olsun?

Büyük bir şey midir? Küçük bir şey mi?

Karnını doyurur mu bizim gibi fakirlerin? Fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde, yana yana ısırmaya gayret ettiğimiz bir ekmek midir? Nedir yani yedik bitirdik mi biz şimdi Özgür'ümün somununu???


Gelişim olarak VNS'nin çok faydasını gördük...
Özgür'ü otobüse, arabaya, minibüse bindirir, bir yerlere gider gelirdik ve o sadece ilgisini çeken nadir bir kaç şeyle oyalanırdı yol boyunca; oysa şimdi nereye gideceğimizin, neyle gideceğimizin, gittiğimiz yerde ne yapacağımızın, yaptıktan sonra ne yapacağımızın, kısacası her şeyin farkında, daha dün karşıdan karşıya geçerken, trafik ışığının kırmızıdan yeşile dönmesini, kaldırımda benimle birlikte beklerken "Dur kırmızı yanıyor" dedi bile...
Ofisi taşıdığımız Şişli'ye sadece ikinci gidişimiz olmasına rağmen, Adliye'nin oradan itibaren yolu tarif etti Özgür...
"Ben kendim yapabilirim" diye bizi kovduğu tuvaletin kapısı sıkıştığında dönüp "Kapıyı açmayı başaramadım, yardım eder misin?" diyor artık Özgür...
Daha bir sürü şey yapıyor, yapabiliyor artık Özgür....
Daha da bir sürü şey yapacak Özgür.....

Bu değişim tamı tamına on dört ayda oldu Özgür'ün ve bizim inadımız sayesinde oldu hem de...

OLDU çünkü BİZ YAPTIK....

Nöbetleri çok inatçıymış!!!!!!

BİZ DAHA İNATÇIYIZ İŞTE!!!!!

27 Kas 2010

ETKİ... TEPKİ...

Nereden başlasam acaba?

Şimdi bu blogu takip edenler var, beni - ya da bizi - tanıdığı için okuyanlar var, ben rica ettiğim için bakanlar var, googledan aratıp görenler var, kendi bloglarına benzediği için fark edenler var vesaire bir sürü insan...

Tepkiler genellikle iyi, yani aslında, nasıl diyeyim bilemiyorum... Tepkiler - kimse üstüne alınmasın ama - iyi değil aslında....

Benim bu yazma işine başlama niyetimin yanından bile geçmiyor açıkçası.... Ben niye yazıyorum peki? Niyetim ne?

Ben sadece, 'Bu hayatta Özgür "Duran" bir kız çocuğu var, ismiyle müsemma' demek istedim...
Ben sadece, "Yolda sokakta gördüğümüz herhangi birini yargılayıp geçmeden önce, hayatın ona atmış olabileceği çelmeleri de hesaplamak gerekir" demek istedim...
Ben sadece, "Çocuğunuza, yeğeninize, sokaktaki çocuğa - fark etmez aslında - bakarken sadece boyutları küçük bir beden görün, bunun dışında onların hiçbirimizden aşağı kalır yanı yok, hatta bizlerden daha dirayetliler" demek istedim...
Ben sadece, neyse....

Görüştüğüm, mesajlaştığım, arkadaşlarım ya da hiç karşılaşmadığım insanlar, "çok zor olmuş" ya da "sen çok iyi bir annesin" ya da "allah sabır versin" den başka şeyler söylemeliler bence ya da söylememeliler hiç bir şey bulamıyorlarsa...

Lütfen kimse üstüne alınmasın...

Benim niyetim "Hey bakın ne zor bir hayat yaşıyorum, beni takdir edin, kızımı onaylayın" demek değildi bu blogla...
Benim niyetim, "Beni, bizi anlayın" değildi...

Zaten, ben buraya ne yazarsam yazayım, çocuğunuz varsa biraz anlayabilirsiniz, çocuğunuzun, herhangi bir kronik hastalığı varsa biraz daha anlayabilirsiniz ama kesinlikle anlıyorum diyebilmeniz için; çocuğunuzun sekiz sene boyunca sürekli nöbet geçirmesi, durması için tıbbın ve sizin elinizden hiç bir şey gelmemesi; yavrunuzun,  "normal" ile "farklı" arasında ARAF'ta kalması; sizin, çocuğu toparlayayım derken, mesleği, yeteneği, eğlenceyi, dinlenceyi, vesaire "Yaşıyorum be!" diyebildiğiniz her şeyi bir kenara bırakmanız ve buraya daha fazla yazamayacağım bir çok şeyi bir arada yapmanız gerekir...

Bunları okuyan çeşit çeşit insanın, yazılardan ders çıkarması, durumlarına -bulundukları yere göre- şükretmesi,  ya da başımıza gelenlere kader, alın yazısı demesi, ya da kendince materyalist bir şeyler bulması, açıkçası umurumda değil... Daha önce de yazdığım gibi herkesin acısı kendine ve herkes bir şekilde içini serinletecek bir şeyler buluyor hayatta, nefes almaya devam edebilmenin gereği bu sanırım...

Bu blog ilk aklıma geldiğinde, internette neler var diye gezinirken rastladıklarımdan birinin başlığında kocaman harflerle, "para, yardım toplamıyoruz" gibi bir şeyler yazıyordu, çok ağır sorunları olan bir çocuğundu hatta sanırım öldü sonra, facebook'ta da var bir sürü... Aslında bu yaşamların her biri kendi içinde barındırıyorlar hikayelerini sebepleri ve sonuçlarıyla...

Hayata gözünü kapayıp, sırça köşklerinde yaşayıp giderken farkında olmadığımız bu öyküler, bir afetle karşılaşıp, köşkümüz başımıza yıkıldığında ya da bir sebeple kafamızı kapıdan dışarı uzattığımızda gözümüze batıyor maalesef.

Şükür ki ben hiç öyle olamadım, hayatla hep bir sürü derdim oldu ve yine şükür ki kızlarımın da var hayatla dertleri... Hepimiz görmek için bakıyoruz ve yine şükür ki baktığımızı görüyoruz...

Neyse konu dağılıyor... Ben demek istedim ki...

Bir şey demek istemedim... Sadece yazdım işte... Bu yazdıklarım bir şekilde yaşantınızdaki bir şeyleri -olumlu ya da olumsuz- isteğiniz dışında değiştirdiyse çok özür dilerim...

25 Kas 2010

AYRIK OTU'M, KARDELEN'İM, ÖMRÜMÜN TÖRPÜSÜ, ÖZGÜR'ÜM...

Biz dört kişilik bir aileyiz...
Ben, eşim, Yağmur; Temmuz doğumluyuz, Özgür Kasım...

Şimdi ben bu yazıya ay başında başlamışım, doğum günü nedeniyle yazacakmışım ve bu ayın son günlerini yaşarken, Özgür'ümün neden bu kadar bizden farklı büyüdüğünü ve yine farklı yaşadığını anlatacakmışım...

Becerebilirsem tabi...

Bir arkadaşım Özgür'ün nöbetleri için "Bu onun gerçeği" demişti... Periyodik olarak, inatla, sürekli geçirdiği nöbetlerin aslında onun 'rutin'i olduğunu söylemeye çalışmıştı sanırım... Şimdi bakıyorum da nadir zamanlarda da olsa nöbetsiz uyandığında - biz de tabii - şaşırıyoruz hep beraber, bir garip geçiyor sanki o gün, hatta gergin diyebilirim... Buna rağmen - yani bunca nöbete rağmen - ayakta durabilmesi, vazgeçmemesi, genelde mutlu olması... Evet yazının burasına şöyle başlayacaktım: " Ben, eşim ve Yağmur hasta olduğumuzda huysuzlanırız, çekilmez oluruz, bütün canımız acıyan yerimizdedir "

Ya Özgür???

Buraya kadar yazdığım bütün yazılar tamamıyla gerçektir, hepsi teker teker başımıza gelmiştir ( başımıza??? düzeltiyorum Özgür'ün başına gelmiştir )

Hayatın, yaşamanın böyle bir şey olduğunu mu zannediyor acaba?

Altı aylıktı başladığında ve inanın buraya yazdıklarımın bir bu kadarını daha ya unuttum, ya bilerek atladım, ya da sıkmasın diye yüzeysel anlatıp geçtim, acı pazarlamasını sevmemem de etkilidir bu konuda ... Fakat oturup hesaplasam ( ki bir ara yapıyordum bozmuştum kafayı ) Özgür'ün ömrünün yarısı - abartısız - hastanede geçmiştir... Kimi insanların, özellikle bazı hastalıkların tedavi süreçlerinde, psikolojik destek almak zorunda kaldıklarını hatırlayınca ben Özgür'ün hiçte öyle bir şey zannettiğini sanmıyorum, gayet farkında her şeyin...

Şaştığım, bu durumu nasıl bu kadar iyi karşılayabildiği... Minicik bir beden bazen ( çok zaman ) biz kocaman insanlardan çok daha dayanıklı çıkabiliyor...

Benim iki tane kızım var... İkisi de ( bizler gibi ) normal (!) değiller...

İkisi de ayrı kulvarların yenilmez savaşçıları... İkisi de kendi alanlarında en iyiler... Benim çocuklarım olduğu için yazmıyorum bunları emin olun, hani "kuzguna yavrusu zümrüdü anka kuşu görünürmüş" derler ya...

Değil hiç değil...

Yağmur, ülkenin en iyi okullarından birinde sadece aklı sayesinde ücretsiz okuyor, altıncı sınıfta, 1500 öğrenci içinde ilk 10 da... Özgür'ü zaten biliyorsunuz az çok ama ben yine yazayım, sağlık durumunu göz önünde bulundurarak onu değerlendirdiğinde şaşırmayan, doktor, çocuk gelişimci, psikolog vesaire çıkmadı karşımıza...

Bir çocuk köyü düşlüyorum sık sık... İmkanım olsa Özgür'leri, Yağmur'ları bulup çıkarsam, onları en iyi sağlık ve güvenlik koşullarında, en iyi eğitmenlerle çalışabilecekleri, ama kesinlikle mutlu olabilecekleri bir köy yaratabilsem... Büyürken; cesaretlerini, dayanıklılıklarını, duygu ve düşüncelerini örseletmeden biz normallerin(!) dünyalarına karışabilmelerini sağlayabilsem....

Çok şey mi istiyorum?
Bilmem ki....

9 Kas 2010

EKLEMEM LAZIM....

Her şey olup bittikten sonra, yine toplara bakmaya gittiğini, korkulukların üstüne oturduğunu, bu sırada ayakkabısını düşürdüğünü biraz anlattı dili döndüğünce... Sadece on saniye arkamı dönmüştüm ben ona halbuki...

Bir de Taksim İlk yardım Hastanesi'nden Şişli Etfal'e aktarıldık ambulansla "Bizce bir şey yok ama bir de çocuk cerrahi görsün ne olur ne olmaz" dediler... Ambulanslar normal insanlar için çabucak geçip gitsin diye yol verilen, gürültülü arabalardır değil mi? Bu kadar hastane macerası içinde ilk defa binmek zorunda kaldık ambulansa, geçip gitmesi gereken siren sesinin içinde yer almak, siren sesi olmak bana iyi gelmese de, yaşadığı her şeyi büyük bir olgunlukla atlatıp arkasında bırakan Özgür için gayet eğlenceliydi...

Bu arada ofis ikinci katta, altta bir dükkan var bir katta orası, üç kat aşağı düştü Özgür... Apartman boşluğunun birinci kat hizasında yağmur sularından korunmak için bir metrekarelik bir sunta parçası konmuş zamanında... Yağmur o suntayı şişirmiş yağdıkça, Özgür önce onun üzerine düşüp sonra yere çakılmış... Bu kadar ucuz kurtulma sebebimiz de bu... Sadece bir metre açığa düşmüş olsaydı....

Düşünmekten nasıl çıldırır insan bana sorun...

Neyse bu kadar sanırım...

ERTELEYİP DURMA!!!

Beklemek... Zor mu?

Sekiz sene boyunca bekledim... İlkin; "Bir sene boyunca nöbet geçirmezse iyileşmiş sayarız" dediler... Sonra; "Dört yaş civarı azalır biter" dediler... Olmadı; "Yedi yaşında geçer" dediler... Şimdilerde; "Dokuz yaşından sonra nöbetler sorun olmaktan çıkar" diyorlar...

Sekiz sene boyunca gözümün önünden ayırmadım, çok nadir zamanlar dışında; o da olağanüstü güvenlik önlemleriyle... İlaçları, acil durumda verilecekler ayrı tutulur, rutin verilenler ayrı, şimdilerde pili program dışı çalıştırabilen mıknatısı konulur el altına, talimatlar ona göre şu saatte yiyecek, şu saatte yatacak... Yanına annem dışında bir refakatçi daha -ama mutlaka iki kişi-, olur ya peşinden ayrılmamak lazım ama ya çişi gelirse, ya sigara içmeye gittiğinde olursa; öyle ya insan bu  ihtiyaçları var, ben yapabiliyorum diye herkes yapabilir demek olmuyor... Gidilen yeri de görseniz ya bir kaç saatlik bir gala, haksızlık etmeyeyim bir kere sinemaya gittik eşimle aynı muhitte, ya market en fazla ya da yine aynı muhitteki dükkana bir git-gel hemen.... Yılbaşı zamanlarında, eşim fuardayken ya da dükkan çok kalabalık olduğunda gitmeme rağmen evden gelen telefonla çok koşturmuşuzdur çukurcuma caddesinde telaşla...


Şimdilerde bir ofisimiz var, oradaki işlerin çoğunu evden de yapabiliyorum, yapamadığım zamanlarda ya da Özgür'ün eğitime gittiği günlerde beraber gidiyoruz çalışmaya... Beraber gidemeyeceğimiz zamanlarda ya da ortamlarda ise ya ben ( genelde ben ) ya da eşim muhakkak Özgür'le kalıyor...

Sekiz senedir bu böyle...
İkimizinde işi varsa, mesela eşim bir görüşmeye gidiyorsa, oyunu, çekimi varsa mesela; ben - aslında mecburen - onunla birlikte yürütmeye çalışıyorum işleri... O yüzden mesela ofise gelen oyuncular oranın aslında bir home-ofice olduğunu sanıyor... Orada aynı zamanda yaşadığımızı zannediyorlar çünkü orası da Özgür'e uyarlandı mecburen...

Şikayet ettiğimi sanmayın, sadece o gün yaptığım hatanın büyüklüğünü anlatabilmek için düzen hakkında bilgi vermek zorunluluğu hepsi bu....

Bir işe yarıyor olmak hissi, uzun zamandır eksikliğini duyduğum bir his, bu yüzden çalışmak zorunda hissediyorum, istiyorum da aslında yoksa bazı şeylere saplanıp dolap beygirine dönüveriyorum hayatta...

Bir dizi vardı, bunun oyuncu seçmelerini biz yapıyorduk, bu yüzden hergün gidiyorduk ofise, üstüne bir yeni dizinin işi daha geldi seçtiğimiz oyuncu arkadaşların yapımcı firmaya götürülmesi de gerekiyordu, eşim oyuncularla gitti ben de ofiste çekim yapıyordum son on - onbeş gündür yaptığım gibi... Aslında ofisteki herşey Özgür düşünülerek ayarlandığı için gayet güzel idare ediyorduk o güne kadar... Özgür'e de iyi geliyordu ya da öyle düşünmek istiyordum... Gelen giden insanlarla iletişim kurması, onun için de iyiydi. Çok seviliyordu, sevdiği insanlarla oyun bile oynadığı oluyordu. Neyse tam bir "çocukta yaparım, kariyer de" yanılsaması içinde çalışıyordum işte...

Hiç aklıma gelmemişti balkon... Olaydan iki - üç gün önce elimden tutup götürmüştü beni balkona, yandaki okuldan, balkonun baktığı apartman boşluğuna düşmüş yedi - sekiz tane topu gösterip, istediğini söylediğinde bile savdım başımdan " ben sana yeni top alacağım , boşver onları" diye... Hiç düşünemedim...

O kadar meşguldüm ki...

Ofisin ön kısmında büyük bir oda var, bu odadan çıktığımız koridorun sonunda da iki oda daha, biri çekim yaptığımız oda, diğeri balkonlu oda... Ofisin ön kısmındaki büyük odada bekleyen oyuncularla birlikte bilgisayarda oyun oynuyordu onu bırakıp arka tarafa video kaydı almak üzere gittiğimde... On saniye çekim almamıştım ki bir gürültü duydum, yan tarafta bir okul bahçesi olduğu için bu tür gürültüler hep oluyordu, kestim kaydı... Kayıtta yabancı ses olmasını istemediğimden kestim...
Sonra Özgür'ün canının acıdığı belli "Anne!" çığlığını duydum ama hala balkon gelmiyor aklıma, çıktım odadan ofisin içinde Özgür'ü arıyorum, ön tarafa koştum "Özgür nerde" diye sordum ön odadaki habersiz, şaşkın kalabalığa...Paniğimi anlamadılar tabii... Sesinin geldiği yeri bulana kadar sanırım beş saniye kaybettim, dediğim gibi hiç aklıma gelmemişti balkon, aşağıdaki topları gösterdiğinde bile...
Aşağı baktığımda gördüğüm sahne gözlerimin önünde hala, bazen rüyalarıma giriyor, tekrar tekrar yaşıyorum o günü, yaşamalıyım da benzer bir hatayı tekrarlamamak için...
Özgür yüzü koyun yatıyordu, orada tam manasıyla "dip"teydi, bacakları ayrılmış onlarda yapışmışlardı zemine, arkasından atlamak istediğim an, kafasını kaldırıp "Anne!" diye tekrar seslenince, bir anlamda hayatımı kurtardı benim... Yoksa o an tek aklıma gelen arkasından atlamak fikriydi... Sadece " Kıpırdama, geliyorum yanına" diyebildim...
Merdivenleri indim, en dibine kadar fakat kapı falan yok, apartman boşluğuna çıkışı bulamıyorum... Apartman boşluğuna aşağıdaki dükkanın arka tarafından geçiliyormuş, dükkan sahibi yolu gösterdi sağolsun, o da duymuş gürültüyü ne oluyor diye bakmış, Özgür'ü görünce şok olmuş, neyse geçtim arkaya, buldum sonunda Özgür'ümü... Kıpırdamamış, beni bekliyordu gözleri yaş, her tarafı çamur içinde...
"Kaldırmayın sakın" diye bir ses, "Ambulans çağıralım" diye bir ses daha, "Cevap vermiyor ambulans" sesi, "battaniyeye saralım" sesi.... Hepsi ses ama bir anlam ifade etmedi yani... Baktım Özgür'e yüzünün üstüne düşmüş, ilk bakışta yüzünün bir tarafı içeri göçmüş gibi geldi, yoktu sanki yüzünün yarısı...
Kalbimi, beynimi eğitmişim ben, sanırım yani... Derin bir nefes almalısınız ve acilen kendinize gelmelisiniz çünkü siz dik duramazsanız, o çocuğun durumu olduğundan daha kötüye gider ne olursa olsun... Dikkatle baktım bir daha sadece bana öyle gelmiş, yine de çok iyi durumda sayılmazdı yanağı...
Üstüne eğilince ben, Özgür kendini kaldırıp sarıldı bana bir koluyla, öbür kolunda benden daha sıkı tutuğu bir top... "Anne ayakkabım düştü" dedi... Konuştu benimle, sarıldı bana, ambulans gelemedi, güvendim kucakladım, çıkardım onu...
Kucağımda çocukla, çok koşmuşluğum vardır hastane aciline benim... Bu seferki benim suçumdu ama... Kafamın içinde "Sen ne yaptın salak karı!" diye bağıran bir sesle, kucağımda Özgür koşmaya başladım sokakta. Yol ayrımında durdum, ilk defa ne tarafa gideceğimi bilemedim, esnaf aşağı diye yönlendirdi beni, oyunculardan bir kaçı gelmiş peşimden, kucağımdan Özgür'ü almak isteyenleri tanıyamadım, vermedim, sonra Gürkan geldi, ona verdim galiba, bir şekilde kendimizi Taksim İlk Yardım Hastanesinin acilinde bulduk...

Sedyeye yatırdılar, keserek çıkardılar giysilerini, Özgür ilk şoku atlatmış dolu dolu ağlıyordu, ağlaması iyi diye düşünüyordum. Eşimi bulmalıydım ama telefon, para hiç bir şey almamıştım yanıma. Kan aldılar, tetanoz aşısı yapılmalı, beyin pili var MR'a giremez, İlaca dirençli Epilepsi hastası, bunları sıralayıp duruyordum gelene gidene, kayıt meselesini hatırlayamadığım birine para vererek çözdük sanırım... Eşim muhit olarak bayağı uzaktaydı, birinin telefonunu alıp aradığımda "Bir şeyi yok de bana nolur!" dedi ama hala emin değildim...
Oradan oraya sedyeyle taşımaya başladık, röntgen çekeceklerdi, uyuklamaya başladı, telaşla vazgeçip acil tomografiye götürdüler... Doktorlar telaşlanınca korkun hastanızdan, bunu öğrendim ben bu kadar hastane tecrübesinden, içeri girdik, bütün vücudunu taradılar, kıpırdamaması gerekiyordu ama uyumaması da gerekiyordu fakat durmuyordu... Dışarıya "Özgür'ün bir yakını daha gelsin" diye bağırdılar, oyunculardan bazıları hala dışarıda bekliyorlardı ama benden başka yakını yoktu ki Özgür'ün... Ben de aynı zamanda onun o hale gelme sebebiydim... Ne yakın'dım ama!!! Eşim girdi içeri, gelmiş bekliyormuş kapıda zaten, onu görünce sevinç, üzüntü, utanç duyguları girdi birbirine... Sakinleşti Özgür tomografi çekilene kadar kıpırdamadı, şarkı söyledim ona ağlaya, ağlaya... Bir süre sonra da polis geldi, kaza raporu tuttular ama beni tutuklasalardı da itiraz etmezdim...

Sadece ön dişlerinde hasar vardı Özgür'ün, dudağı patladı, morlukları vardı....  Tanıdık bir dişçi arkadaşa götürdük taburcu olduktan sonra, ertesi gün de dişçilik fakültesine, sadece sallandı bir zaman öndişlerinde biri yamuk kaldı.... Piline de baktırdık o gün o da sorunsuz çalışmaya devam ediyormuş.... Çok ucuz atlattık yani....

Bu tabi yaptığım hatayı aklamıyor kesinlikle...


Hiç arkamı dönmedim ben Özgür'e o güne kadar, hiç gözümden ayırmadım, gerektiğinde uyumadım, gerektiğinde tuvalete gitmedim, sigara içmedim, yemek yemedim... Hiç ayrılmadım çocuğumun başından... O güne kadar...Gerçekten....

Yazamadım bunu uzun süre, anlatma sırası gelmişti halbuki... Kaçamıyorsun ama onunla yaşıyorum çünkü hep... Yazdım işte... Bu da bitti....

1 Kas 2010

ÖZGÜR'ÜN DOĞDUĞU GÜN

İlkin, öğretmenine söyledik bugün Özgür'ün doğum günü olduğunu, derste pasta boyadılar beraber... Eve dönerken durağa kadar ona iyi ki doğdun Özgür şarkısı söyledik... Yaklaştığımızda yemekte ne istediğini sorduk menüyü verdi... Hazırladık, güzelce yedi, babası pasta almış ona, ablası defter almış hediye olarak... Pastanın mumlarını daha yakmadan, üfleyeceğim diye tutturdu... Karşı daireden dört yaşındaki kuzeni Deniz'i de çağırdık, üfledi en sonunda pastasını, rahatladı :) Oynadılar sonra beraber, mutluydu... Bu da bize yetti...

Yetinmeyi öğreniyor mu insan? Öğrenmek zorunda kalıyor demek daha doğru... Yaşıtlarının yaptıklarına takılıp kalmaktansa, yapabildikleriyle mutlu olmak ve mutlu olmasını sağlamak gerekiyor...

Kuzen Deniz'in annesi de farklı gelişen çocuklarla çalışan bir öğretmen, kendi öğrencilerini anlattı biraz, Özgür'ün farklı bir yerde olduğunu da söyledi tekrar...

Farkındayım zaten ama insanın yüreğinin burkulmasını önlemiyor ki... Önleyemiyor... Ona her baktığımda "sağlıklı olsaydı nasıl bir çocuk olurdu?" düşüncesi geçiyor yüreğimden... Beynimden, aklımdan değil yüreğimden geçiyor ve maalesef yakıp geçiyor... Boğazımda yutkunamadığım bir yumru duruyor sekiz senedir... O yumrunun bu kadar uzun süredir orada olması, değiştiriyor beni de ister istemez...

Çok uslandım mesela... Eskiden yolda bir kavga görsem, haklı gördüğümün tarafından karışıverirdim kavgaya, kaçıyorum artık, o kadar anlamsız geliyor ki çünkü... Hayatta asıl olanı kaçıran, es geçen o kadar çok insan var ki... Onları geçip giderken, düşündüğüm tek şey; hayatın herkesi bir şekilde tokatlayıp kendine getirdiği oluyor...
Hayat mutlaka bir gün, bir yerde, bir şekilde tokatlıyor insanı ve kendine getiriyor... 'Sıramı savdım ben' diye düşünürken, ikincisini yiyiveriyorsunuz çünkü akıllanmayana, inat edene tekrar vurmaktan da çekinmiyor asla...

Ben şimdiye kadar üç kere yedim, akıllanmışımdır artık diye umuyorum :)

31 Eki 2010

İYİ Kİ DOĞDUN BE ÖZGÜR...

1 Kasım Özgür'ün doğum günü, yani yarın... Sekiz yaşına giriyor Özgür; en son üç yaş gününü kutlamıştık, sanırım... Hatta bitirdiği yaşı mı, yoksa girdiği yaşı kadar mı mum dikeceğimize karar verememiştik... Kocaman bir uğur böceği  şeklindeydi pastası, uğur getirir ümidiyle yaptırmıştım Özgür'e...

Sonraki hiçbir doğum gününü bir şekilde yapamadık, kalabalık, çok çocuk, çok gürültü, çok ışık hep dokundu Özgür'e... Normal çocukların ve annelerinin çok eğlenip yoruldukları ama mutlaka çoook eğlendikleri bu tip ortamlar Özgür için ya enfeksiyon - ardı seri nöbet -,  ya nöbet - ardı enfeksiyon- demek oldu hep... Başka çocukların doğum günlerine katılamama durumu ise başka bir macerayla sonlandırıldı. Ablası ve babasıyla sakince bir - iki pasta kesme denememiz olduysa da bunlar da benim gözyaşlarım ve sinir kaçaklarım sonucu yavaş yavaş vazgeçildi bu durumdan da...

Özgürün doğum gününü kutlamaz olduk nedense, yarın ne yapacağız hiç bilemiyorum, dersi var yarın öğretmenine söyleriz galiba, bir de işte öylesine, kendi aramızda yani... Ben yarın bütün gün yüreğim buruk buruk gezerim... Bir sene daha geçmiş ve fakat hala yakamızdan düşmemiş olan Epilepsi hastalığına ve kırk bin doğumda bir olan doğumun neden benim doğumum olduğuna takılırım... Normalde huysuzumdur zaten, iyice çekilmez olurum...

Onu doğurduğuma hiçbir zaman pişman olmadım yanlış anlaşılmasın ama yoruldum işte, çok yoruldum hemde...

Bir seneyi daha bitirdi Özgür bu hayatta, düşünsenize grip olup bir iki gün yatmak zorunda kaldığınızda neler hissettiğinizi... Benim cengaver kızım bu sekiz senenin  (ABARTTIĞIMI DÜŞÜNMEYİN SAKIN) en az üç senesini hastanelerde geçirdi, yetmedi ameliyat oldu, yetmedi üçüncü kattan düştü...

Yazının asıl konusu buydu aslında... Benim beceriksiz ve aptal bir anne olduğum gerçeğiydi aslında... Hala hazır hissetmiyormuşum halbuki ama yazacağım yakın zamanda sıra ona geldi ve aslen hesaplaşmalıyım kendimle çünkü...

Neyse Özgür sekiz yaşında artık... Hayata karşı hala dimdik, hala inatçı, hala gözündeki ışık sönmedi bunca yaşanmışlığına - annesinin ben olmasına ve hastalığının ilaca dirençli epilepsi olmasına - rağmen... Ona saygı duymaktan başka bir şey gelmiyor insanın elinden...


Özgür sekiz yaşında artık... Hepsi bu aslında, fazlası da yok eksiği de, değil mi ya....

26 Eki 2010

BU NE ŞİMDİ???

Eeee tamammış işte!

Değildi tabiki...Cerrahpaşa bizi harbi bir "cerrah - paşa" ya yönlendirdi... İsmini vermeyeceğim tabii ama kendisi hastayı ameliyathane kapısında ilk defa görmek istemiyormuş. O yüzden Nişantaşı'ndaki muayenehanesine davet etmiş bizi.... Aradık, on gün sonrasına muayenehane randevusu verildi, gittik, girişte - daha önce de bahsettiğim ve beklediğim gibi - "kraldan çok kralcı" bir sekreter daha... 'Muayene ücreti 350 yeni türk lirası' deyiverdi... Anlamadık ama itiraz da edemedik, sadece nakit ödeyeceğimizi zaten ameliyat günü almaya geldiğimizi, paranın suyunu çekmekle kalmayıp artık artezyen kuyularını bile tükettiğimizi anlatmaya çalıştık; nafile... 'Zaten nakit ücretimiz bu hanımefendi, kredi kartı ya da başka bir şey kabul edemiyoruz, ayrıca fatura isterseniz de...' falan filan... Başladılar mı ezberlediğimiz, inadına anlamsız, inadına inatçı kelimeler yığını, cümle bile denmiyor dikkat ederseniz...

Girdik içeri, beyefendi masasından gülümseyerek karşıladı bizi... Durum özetlendi tekrar; onların aslında nöbet geçiren bölgeyi kesip almayı tercih ettikleri, aslında pili çok yararlı görmedikleri, mucize beklemememiz gerekliliği öğrenildi tekrar; ameliyathanenin birinin tadilatta olduğu, diğer ameliyathanede de sıra olduğu ama en kötü ihtimalle iki ay içinde ameliyatın yapılabileceği duyuldu, şok olundu tekrar... Bu arada ameliyathane kapısında tanışmak istemediği hastasıyla - yani Özgür'le yaklaşık on saniye tanıştı, yanağından makas aldı o kadar...

Aylardan mart'tı, ameliyathane, tadilat, doktorun keyfi derken düşündük... Eh! fena sayılmaz, mayıs, haziran gibi yatarız artık diye düşünüyoruz...Doktor da 'Tabi o saate kadar yaparız' deyince yine binbir umutla çıktık oradan ve beklemeye koyulduk...
'Tatil planınız varsa gidin şimdiden' dediler, aylardan Haziran'dı, aradaki herşeyi es geçiyorum, değil anlatmak, okumak bile yoruyor insanı; bir de yaşayanı, yazanı düşünün... Dalga geçtiklerini düşündüm, geçiyorlardı da gerçekten... Cerrahın cep numarasını aradım sonunda, ameliyathanenin tadilatı henüz bitmemiş zaten o da iki aylık bir tatil planı yapmış, yani kısacası Eylül ayında döndüğünde bize artık bir "GÜN" verebilirmiş...
Teşekkür ettim kapattım telefonu, gözlerim doldu, yumruğumu sıktım, delirmek üzereyim. Benim çocuğum her gün onlarca nöbet geçiriyor, adam vizitesini mart ayında tahsil etmiş fakat tatil dönüşü bakarız diyor...
Çaresiz yine Fatih Beydili'ni aradım, sağolsun Bakırköy Ruh ve Sinir de yaptıralım o zaman ameliyatı dedi ve o tarafa saldırdık bu sefer... Onbeş gün içinde görüştük, anlattık, Eylül ayının birinci günü de yaptılar ameliyatını...

İyiki de öyle oldu, tek kişilik özel hastane odası gibi bir odada, Özgür'e baktığında gözleri parlayan bir cerrah eliyle yapıldı ameliyat... Salı günü takıldı pil, Özgür çarşamba ayaklandı, çok güzel bakıldı orada... Sonradan duyduk ki çok zor şartlarda gerçekleşmiş diğer çocukların ameliyatları. Söylemeyi unuttum; yaklaşık sekiz, on kişilik bir listenin en başındaydık biz... Bizden sonraki çocuk sanırım Aralık ayında olabildi ameliyatını...
'El elin atını türkü çağırarak arar' derdi rahmetli ananem fakat Hipokrat yemini ettikleri farzedilen, canımızı emanet ettiğimiz insanların....Neyse...
Bundan sonra ameliyat yaraları iyileşsin diye yirmi gün kadar bekledik, sonrasında da pilin açılması ve ayarlanması için çıktık Cerrahpaşa'daki Nöroloğumuzun huzuruna... Öncelikle ayda bir, sonrasında kırkbeş günde bir, kademe kademe arttırıldı pilin amperi, bazı ilaçları da gıdım gıdım azaltabildik... Aslında umudumuz ilaçlardan birini, ikisini tamamen bırakabilecek kadar rahatlama sağlamaktı ama buna da şükür...

Pilin en iyi etkiyi mental gelişiminde gösterdiğini düşünüyoruz, tam bir nöbet kontrolü sağlanamasa da, aynı hastalıkla savaşmak zorunda kalan bir çok çocuktan fersah fersah ilerilerde Özgür... Dravet Sendromuyla ilgili araştırmaları, incelemeleri okuyorum arada bir internetten, okuduklarım Özgür'ün durumunun yanından bile geçmiyor.
Normalde çok tutarlı bir insan değilimdir, öyle olduğumu düşünmem çünkü ama bazen yani aslında hayatla ilgili keskin dönemeçlerde, iyi yol tutuyorum :)
Hayatta yaptığım en iyi şeylerden birisi bu pil ihtimalini bulmak oldu diye düşünüyorum...

İşte Özgür'ün öyküsü ana hatlarıyla bu, bitti demek isterdim... Nöbetleri bitti, hastalıkları bitti, hepsi geride kaldı diye yazabilmek isterdim...
Bitmedi ama, bitmez....

18 Eki 2010

TAMAM MIYMIŞ???

Raporu aldık, alır almaz pilin distribütörünü aradık, zannediyoruz ki bir iki gün içinde yatarız hastaneye, beni direk hastane bavuluna (!) koymam gerekenlerin derdi sardı... Sevgili Fatih Beydili'ne götürdük hemen belgeleri, buradan yine teşekkür etmek isterim, yardımları ve sabrı için ayrı ayrı...Eşim yukarıya çıkartırken bile asıllarını vermek istemedim, defalarca tembihledim aman kaybetmesinler diye, zor aldık ya, bize bilmem ne kadar zaman, para ve acıya sebep oldu ya, o kağıtlara bir şey olacak diye ödüm kopuyor, arızayım ya, rüyalarıma giriyor üstüne çay dökülüveriyor masanın birinde ya da "olmamış", "eksik", "değil bu yanlış belge almışsınız" falan diyorlar, ben de önce dizlerimin üzerine oracığa düşüveriyorum, sonra nereden buluyorsam elimde bir pala, çocuğumun ameliyatına engel olanları bir bir doğramaya başlıyorum ayağa kalkıp...

Bir seferinde yarı bodrumda bir Nöroloji servisine girmiştik. Koridorlar; upuzun, labirent gibi koridorlar, geniş değil ama asla, kollarını iki yana açıp yürüsen , yanından bir insanın geçemeyeceği kadar dar koridorlar... İşte o koridorlardan birinin dibinde, bir kapıda yaklaşık on beş anne, baba ya da her ikisi birden ve bir o kadar da çocuk beklemiştik, kırk beş dakika kadar...

Öyle anlarda fazlaca dikkat çekiyormuşuz gibi hissederim... Zaten herkes birbirinin "kapıda bekleme sebebi"ne bakar, içten içe kendisininkiyle kıyaslar orada... Meraklı gözler, sorular, bunları savuşturmaya çalışırken, nihayet içeri girebiliyoruz... İçerisi daha geniş ve aydınlık, "ne de olsa hastanın ihtiyacı yok böyle insani şeylere, beklenilen yer pismiş, rutubetliymiş, havasızmış önemli mi? Önemli olan doktor ve asistanların rahatlığı! " diye düşünürken "Özgür Duran'ın yakını!" diye bir ünlem...

Adınız yoktur asla... Nedense... Annesi!... Babası!...

Evet burada bulunmak zorunda olma, bu insani olmayan koşullardan beklemek zorunda olma sebebimiz Annesi ya da Babası olma durumumuz! Bunu sürekli kafamıza kaktığınız için teşekkür ederiz!

Asistana anlattık derdimizi, sanırım size de anlatmalıyım ki durum şudur:

Özgür'ün piyasadaki tüm epilepsi ilaçlarını denediği, ikili, üçlü, dörtlü hatta ve hatta beşli kombinasyonlar halinde kullandığı fakat nöbetleri durdurulamadığı, yani kısacası "ilaca dirençli epilepsi hastası" olduğu gerçeğini bir kez daha raporlamak... Asistanın cevabı " Siz şu kenarda durun, hocayı bekleyelim"... Baştan sona anlatmış, özetlemişim ben durumu yalnız!!!

Beynimin karıncalanmaya başlamasını, raporu alana kadar dayı demek gerekliliği yüzünden, kendime telkinde bulunmaya çalışarak susturdum...

Geldi hoca, baktı şöyle bir göz ucuyla, demedi bir şey, bir yarım saat kadar da orada bir kapı ağzıyla, masanın kısa kenarı arasında, o köşede, 1.93 cm'lik eşim, yerinde durmayan Özgür ve ben bekledik... Yanımızda üç dört hasta baktı, biri altı ay sonra bir nöbet geçirmiş, nöbet tarifi istedi her zamanki gibi, tarif etti hasta yakını, hali hazırda kullandığı ilacın dozunu arttırdı biraz, yolladı, birinden MR istedi tekrar, öbüründen EEG... Yan masada da aynı hummalı çalışma devam ediyordu aynı tempoyla... Bunun adına "muayene" diyorlar ya da demek zorunda kalıyorlar... Hastalar da çaresiz, koyun gibi sıraya giriyorlar ve doktorun verebildiği fazladan(!) üç beş saniyeyi ilgilendi sevinciyle karşılıyorlar... İğrenç bulduğum bir tanıdıklık silsilesi... Ben bu sahneyi daha önce seyretmiştim hissi... Hemen önümüzdeki masada muayene(!) yapan doktoru bekliyorduk, "bekle!" dediler diye, bakıyorduk öyle... Bakışlarımızdan rahatsız olmuş olacak ki ne bekliyorsunuz diye sormayı akıl etti... Onu beklediğimizi söyledik, ameliyat olacağını, ilaca dirençli raporu almak istediğimizi, özetledik tekrar...

"Peki" dedi... " İlaçların isimlerini söyleyin bana" söylemeye başladım... Doktorlar alışkanlıktan mı yoksa hastayı "okudum ben, senden iyi bilirim" alt metniyle ezmek niyetiyle mi yapar bunu bilmem. Doktor hanım, ilaçların piyasa isimlerini değil, ham maddelerini sormaya başladı bana... Kullanılan ilaçların çokluğunun yanı sıra verdiğim tıbbi ayrıntılardan dolayı raporu en ince ayrıntısına kadar hazırlamaya çalışırken, bir yandan da o daracık köşeye sıkışmış, üç kişilik çaresizliğimizi de incelemeye çalışıyordu... Özgür'e baktı, eşime baktı, bana baktı, öyle ki; neredeyse raporu yazdığı kağıda bizden az baktı...

En kolay aldığımız kağıt buydu sanırım, düşünün artık... Üstelik pert oldu sonra çünkü başka bir yere yollamışlardı ve o yeni yerde gerek yok demişti o rapor için...

Bu yüzden çok değerliydi işte... Pil'in distribütörünün ofisinden, yanımıza dönen eşime defalarca sordum "Tamam mıymış?" diye... O da inanamayan gözlerle defalarca cevapladı "Tamammış!" diye... Sanırım sadece benim için değil kendi için de tekrarladı durdu "TAMAMMIŞ!!!" diye...

17 Eki 2010

ELBET BİR GÜN...

Geçiyor günler... Özgür Kasım ayının birinde yedi yaşını bitiriyor... Özgür büyüyor, sorular soruyor, merak ediyor...
Neden okula gidemediğini soruyor mesela, neden top oynayamadığını soruyor... Cevaplar onu tatmin etmiyor, anlamak istemiyor nedenleri... Az da olsa; eğitimde veya evde eline top veriliyor, gittiği merkezin aslında onun okulu olduğu söyleniyor."Şimdilik" kandırılıyor...

Şimdilik...

Okuma yazma öğrenmeye çalışıyor, imzası bile var artık...

Gün içinde olaylar karşısındaki tüm tepkileri, direnmesi, uyum sağlaması, şart koşmaları, olaylara bakışı, her şeyiyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor bana; bize...

Öğretmeninin tabiriyle " Ben artık özgürleşmek istiyorum"; benimkiyle  "Düş yakamdan anne!"

Günler geçecek, sorular cevaplarını bulacak ister istemez... Asıl korktuğum soru gittikçe yaklaşıyor...

O soru geldiğinde ne yaparım, nasıl idare ederim, ne cevap veririm diye içim içimi kemiriyor yedi koca senedir...

Gün gelecek, Özgür dikilecek karşıma ve... "Neden ben?" diyecek...

Benim yıllardır içimden, hem kendim, hem yavrum için sorup durduğum bu cevapsız soruyu soracak elbet bir gün...

İşte o gün nasıl gelir... Asıl; nasıl geçer...

Bilsem, bilebilsem keşke....

6 Eki 2010

AL ARTIK ŞU RAPORU

   Yoğun bakım. Sorarsan üç günde çıktık oradan. Çıktık diyorum çünkü Özgür tek değildi orada, ben de, Özlem'de oradaydık. Ama çıktık işte. Özgür yorgundu çıktığında ve galiba küsmüştü. Konuşmuyordu. Günlerce hastane odasında yapmadığımız kalmadı ama yine de konuşmadı bizimle doğru düzgün. Hele odaya doktor ya da hemşire girdiğinde alabildiğine tavır koyuyordu. Doktor bir kan ilacı istemişti bağışıklığının güçlenmesi için. Zar zor, borç harç alabildiğimiz 3 kutu işe yaramış görünüyordu. Ypğun bakımdan çıktıktan bir hafta sonra eve gidebileceğimiz müjdelendi.

   Size önemli bir bilgi vereyim mi? Allah göstermesin tabii de, olur da yoğun bakımlık bir yakınınız olursa ve oradan tez vakitte çıktığına sevinirken siz, hastane görevlileri yoğun bakım ücretini peşin olarak talep ederse, sakın ola tek kuruş ödemeyin!. Çünkü devlet her vatandaşının yoğun bakım masrafını kuruşu kuruşuna ödemekle yükümlüymüş, isterse hiç bir sosyal güvencesi olmasın! Ama hastaneler bu parayı hem de indirimli şekilde ve en erken altı ay sonra devletten almak yerine hastalardan almaya çalışmayı daha uygun görüyorlar. Hastanelerin yaptıkları bununla da bitmiyor tabii. Belki bir başka yazıda yazarım bunları. Özel sigorta kartınızı kullanamamanız için uydurdukları bahaneleri, tipine bakıp acil kapısından çevirdikleri hastaları, gereksiz yere istenen onlarca tahlili,  dışarıdan çağırdıkları doktorlara çıkardıkları faturaları.... hepsini bir bir gördüm, yaşadım. Unutmamak için kayıt düşeyim buraya ve dönelim yazının ana konusuna.

    Çıktık hastaneden. Geldik eve. Çözüldü Özgür'ün dili. Güldü yirmi gün sonra yüzümüz. Sonra durdum. Rapor işini hala halledememiştik. Ertesi gün yeniden ama bu kez tek başına yola koyuldum. Bizim akrabayı buldum Başımızdan geçenleri kısaca anlattım ona. Beni başhekim yardımcısına gönderdi. Şansıma çabucak görüşebildim ve durumu izah edip yardımını istedim. Özgür'ü tekrar hastaneye getirecek durumda olmadığımızı, onun için almaya çalıştığımız raporu onsuz almak zorunda olduğumuzu anlattım. Anladı! Ve bu işin aslında o kadar karışık olmadığını, alt kattaki bilmem ne odasından bir form alıp, formu doldurup, ilgili doktorlara imzalatmamın yeterli olacağını söyledi. Nası yani dedim, kendi kendime tabii. Yani benim kızım, benim güzel kızım, benim bahtsız kızım onca acıyı, onca çileyi boşuna mı çekmişti? Görünüşe göre öyleydi. Hemen alt kattaki bilmem ne odasına gittik akrabayla. Akrabayı seven bilmem ne odası görevlileri hızla yardımcı oldu. Formun ilgili yerlerini kendileri doldurdu. İki gün sonra Özgür'le birlikte hastaneye gelmemi tembihlediler. Gelmese olmaz mı dedim. Doktorlar illa görmek ister dediler. Çaresiz gelecekti Özgür. İki gün sonra yine hep birlikte teşrif ettik hastaneye. Onları arabada bırakıp tek girdim hastaneye. Formu aldım. Heyet denen 3 (yazıyla ÜÇ) doktorun karşısına çıktım. Konu hakkında bilgileri varmış (Akraba sağ olsun). Özgür'ü getirmemi istediler. Gittim, Özlem iyice sardı ağzını yüzünü, kucakladım. Elini ayağını hiç bir yere değdirmeden neredeyse nefes almasına mani olarak koşar adım çıkardım huzura. Maşallah pek te tatlı nidalarıyla o mucize imzalar atıldı kağıda. Kağıdı aldım. Özgür'ü aldım. Koşar adım fırladım. Çişim geldi diye tutturan Özgür'ü Özlem hiç iplemedi. Altına yapması bile daha iyiydi hastane tuvaletine girmesinden. Çıktık dışarı. Özgür'ü yere bıraktım. Kağıdı aldım Özlem'den. Baktım. Baktım. Baktım.....

   15.000 dolarım yoktu. Olmadığı için iki rapor almalıydım. İki raporu da aldım. Yaklaşık 10.000 dolar harcadım! Yine de 5.000 dolar kardaydık.

Peki çektiğimiz acıların değerini kim hesaplayabilir?

  

29 Eyl 2010

BUNU DAHA ÖNCE YAZMIŞTIM AMA BURADA DA BULUNSUN İSTEDİM :)


Özgür abla ve maceraları....





akşamın 19:30 unda ofisten Özgür'le çıkılır telaşla cd teslim edilir kargoya... evde Yağmur, anne yok, koca yok, en önemlisi yemek yok hadi paraya kıyılır taksiye binilir... Özgür 30 yaşında şoföre "dede" der sadece kel olduğu için adam bozulur kafasını sıvazlar müdahale edilir "çocuğum o dede değil şöför amca diyebilirsin" olmaz tutturur "hayır! o zaman dayı " diye neyse türlü akşam trafiği ve Özgür eziyetinden sonra nihayet 20:30 da eve varılır... Özgür tutturur yine parayı ben verecem diye verir adama, adam alır Özgür inmez adama bakar bakar" teşekkür ederim desene !" der adam şok olur en sonunda der dedirtene kadar taksiden inebilinemez ama dedirttikten sonra " hayırlı işler" diyen Özgür taksiden iner gece şıpın işi yapılabilen tarhana çorbasıyla son bulur.... 


THE END

22 Eyl 2010

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ...

"İçeri kapamak ya da dışarıda bırakmak aynı şey!"

Bunları onlara da söyleyebilmek isterdim, yuttum ağzıma kusmuk gibi geliveren bütün kelimeleri ...

O günün gecesine kadar ara ara gitmemize rağmen kapıya göstermediler bize Özgür'ü... Bir de hastanenin yoğun bakım servisinin yetişkinler için olduğunu o yüzden başka bir yere aktarsak daha iyi olacağını söylediler. Hani pek görüşemediğiniz arkadaşlar vardır ama baş sıkışınca rahatlıkla aranır. Bizim de yoğun bakım doktoru bir arkadaşımız vardı o cinsten , onu aradık tabi hemen. Bize "Yoğun bakım dediğinin tek çeşit olduğunu ama rahat değilsek yardımcı olabileceğini" söyledi... Galiba bizimki içeride "arıza" yapıyordu, aslına bakarsanız buna içten içe sevindik çünkü bu Özgür'ümüzün inatla tutunmaya, mücadeleye devam ettiğinin göstergesiydi...

Arabada yatıyorduk, arada lobiye, resepsiyona görünüyorduk üzerimizdeki bütün numaraları vermemize rağmen çünkü yoğun bakım katına inen bir merdiven bile yoktu ve ben de dışarıda "arıza" yapıyordum... Görüşlere sessiz bir akitle, bir eşim bir ben giriyorduk, dağılıp çıkıyorduk tabii... Koparılmışlık, o boktan his, başkaca ne durumda yaşanır bilemiyorum ...

Yoğun bakım'dan gece genelde çağırılmazsınız... Bunu bize gidin yatın diyen doktor söylemişti...

Onca zaman hep gözlerinin önünde gezmeye dikkat eden ben gece 02:00 ye doğru arabaya uzanmaya gitmiştim ki güvenlik geldi ve bizi aşağıdan çağırdıklarını söyledi, telaşla indik tabii... Doktor "Özgür sizi çağırdı" diyene kadar bütün iç organlarım birbirine girdi, acleyele girdim, giyindim kızım beni çağırmış durur muyum?

Bizimkine laf anlatamamışlar, maymunun gözü açılmış, annem de annem diye tutturmuş, sabaha kadar zor tuttular sonra hemen servise postaladılar tabi, aman eşimle ben de çok hevesliydik zaten Özgür'ümüzden ayrı hayta gibi gezinmeye hastane çevresinde...

Sonrasında üç-beş gün daha kaldı, üç torba ilaç, bol rakamlı bir senetle birlikte Özgür'ümüzü de alıp kaçarak uzaklaştık oradan, ne kadar uzaklaşabilirsek tabi, evden ofise giderken hergün önünden geçiyoruz... Bazen bakamıyorum bile o tarafa...

Öyle bir geçiyor ki zaman; hele ki bunca şey yaşadıktan sonra, bir tek gülücüğü için dünyaları yerinden oynatabiliyorsunuz, evlat başka bir şey, kimsenin hiç bir şekilde evladının en ufak acısını görmemesini diliyorum, biz Özgür'ü tekrar doğurmuş gibi aldık götürdük eve... Sonrasında da bir kaç defa daha bu tür şeyler yaşadığımızı hesaplarsak Özgür de biz de defalarca kazandık bu savaşı aslında...

Raporu alamamıştık hala mesela....

19 Eyl 2010

ELLERİ BAĞLI

Onu öylece alıp götürmek istiyorlardı... Sebep olarak gösterdikleri onun iyiliği(!) idi.... Bense iyiliğin(!!) benim yanımda olduğunu savunup duruyordum çaresizce. Onu bu hayat denen eziyet silsilesine atarak yaptığım(!) iyiliği hastane odalarında da sürdürmeliydim anneliğin tüm yapışkanlığıyla... O da bağımlılık hissediyordu çaresizce, anneyle çocuk arasında iki tarafı da çaresiz bırakan bu bağ, nedense taraflardan herhangi biri sahneden çekilse bile devam ediyor; nasıl bir bağsa bu sanki doğurmuyoruz, hiç çıkarmıyoruz sanki karnımızdan, hiç kesilmiyor göbek kordonu, hiç görünmüyor plasenta...

Anlattım gerçi; hemen kapının dışında, onu duyabileceğim yerde olduğumu, doktor amca ve hemşire ablaların iyileşsin(!) diye onu başka bir yere götürdüklerini... Kalbi 135 atan, solunumu 5 gündür bozuk bir vücuda anlattım aslında ben....

Sabahı zor ettik, zaten kapıdan zor ayırmışlardı beni, görüş dediler indik aşağıya, ben, baba, dayı bekliyoruz diğer bir sürü insan arasında... Ayrıcalığımız var çünkü bir ÖZGÜR'ün yakınlarıyız, öyle bakıyoruz kapıya, birazdan hepimiz gireceğiz içeri ve Özgür'ümüz bizi gülümseyerek karşılayacak çünkü gece yoğun bakım kapısındaki telefonu açan ses "iyi" dedi Özgür için...

İyi nedir? Siz iyi misiniz? Genelde diye soruyorum yani iyi misinizdir? Ben değilimdir mesela öyle görünmem zaten, anlar bakan bende bir arıza olduğunu zaten öyle görünmek gibi bir çabam da olmadığından ya hemen kaçar, uzaklaşır benden ya da himayesine almaya kalkar, pek ortası da olmaz bu işin...

Kapı açıldı... Yaklaşık on metre kare bodrum katında bekleyen yaklaşık otuz kişi yılığıverdi hemen ve kapıdan çıkanlar savruluverdi saniyesinde... Böyle zamanlarda yabancılaşıveririm ben sanki üç boyutlu bir film seyrediyormuşum gibi gelir... Asla olayın kahramanlarından olmam da sanki kamerayımdır nedense... Acı durur ama yerli yerinde gitmez yani hiçbir yere...

Neyse "Sadece bir kişi!" diye bağırıyorlardı, eşimin "hadi git!" diyerek arkamdan bakışını hatırlıyorum... Göremeyecek olmak onu çok burkmuştu ve eşimin o burkulmuş gözleri beni daha da burkmuştu... Girdim; bir adım atmadan durduruldum, bir şeyler gösterdiler "giy bunları!" diye ünledi biri, itaat ederek ama ettiğime de şaşarak giydim... En doğal hakkımı on dakikalığına vereceklerdi bana ne de olsa koyunlaştım. Koyunlaştığıma şaştım... Eski, yırtıcı Özlem neredeydi???? Bulamadım....

"Sola dön, sonra sağda karşıda!!!"

Buna da uydum... Gördüğüm şey beni çıldırtmadıysa daha da bana bir şeycik olmaz diye düşünüyorum hala...

Özgür elleri ve ayakları sargı bezleriyle yatağa bağlanmış halde baygın yatıyordu... Burnundan kan sızıyordu çünkü belli ki savaşmıştı ve beslenme hortumunu sokmaya çalışırlarken burnunun derisini yırtmışlardı... Hala izi var orada ve ben bazen bakınca hala....

"Burnumun direği sızladı" deyimini ciddiye alın derim hani gerçekten sızlıyor....

Ağzımdan çıkabilen "annecim!" di O "annecim" de neler var biliyor musunuz? Karşınızdaki 5 yaşında bir çocuk da olsa, tek kelimede milyonlarca soru ve umut saklı oluyor... Tahmin etmiyordum ama duydu! Anladım ki baygın değil sadece savaşmaktan yorulmuş.... Özgür de yorulabiliyormuş, elini uzatmaya kalktı bağı izin vermedi tabii... Ben uzandım hemen "DOKUNMAK YASAK!" diye bir ses duyabildim uydum tabi hemen....

Konuştuğumu hatırlıyorum... Klasik çocuk vaatlerinde bulunmadım ama istemedi zaten ona dondurma alacağımı, onu parka götüreceğimi söylemedim. Normalde de yapamıyordum ki bunları zaten.... Sadece hemen dışarıda olduğumu, babası ve dayısının da beklediğini çıkar çıkmaz evimize gideceğimizi söylediğimi hatırlıyorum... Bunlar onu rahatlattı hiç bir zaman bunca eziyete rağmen kaprisli bir çocuk olmamıştı ki zaten, rahatladı ve uyudu... "Çıkın artık!" diye bağırmaya başlamışlardı ... Ayaklarımın Özgür'den uzaklaşmak için gereken adımları attığına inanamayarak çıktım...
Aklımda sürekli tekrarladığım LEGUIN'in MÜLKSÜZLER romanında yazdığı o can alıcı dizeler vardı:

"İÇERİYE KAPAMAK YA DA DIŞARIDA BIRAKMAK; AYNI ŞEY"

...

"ACI" İŞLEVSEL Mİ???

Ben bu yazma işine başladım ama bazen de düşünüyorum, "acı edebiyatı mı yapıyorum" diye kendi kendime...

Yazamıyorum sonra uzun süre...

'İnsanların beyinlerini meşgul etmek hakkım mı?' diyorum bu tür şeylerle 'Herkesin "acı"sı kendine!'

Ama ortada yaşadık biz bunları... Üstelik burada yazılanlar zamanın unutturduklarını, tamirlediklerini ve üstünü örttüklerini sayarsak sadece yüzde onu....

"Acı" mı peki???

Le Guin geliyor aklıma gene 'toplumsal acı işlevseldir, kişisel acı yok edicidir' diyen yazar... Nedir peki okuduklarınız işlevsel mi???

Acı ya da değil yazıyorum işte... Mecbur devam edecek bu öykü...

Neden mi? Özgür bütün inadıyla tutunuyor çünkü... Onun yanında benim salmam yakışık almaz çünkü ben onun annesiyim....

5 Eyl 2010

DÜNYA... DURDU...

Biliyordum başımıza gelecekleri aslında... Yani iki oda bir salon gayet konforlu bir evde, neredeyse izole bir yaşamda bu kadar enfeksiyonu mıknatıs gibi üstüne çeken çocuk, pil raporu alınacak diye mi kapmayacaktı otuz tane öksüren çocuk arasından zatürreyi? Hem de öyle böyle değil sekiz çeşit antibiyotiğe üçlü kombinasyonlar halinde cevap vermeyecek kadar dirençli bir ciğer enfeksiyonunu...

Çocuklarınız hastalanacağı zaman önce bir huysuzlanır di mi... Ota boka ağlar, olmayacak şeyler ister, huyu değişir çocuğun, akşamına ya da gecesine de ateşlenir di mi... Genelde böyle olur yani... Özgür gibi özel çocuklar ise önce nöbet geçirir, durup dururken, nöbet genelde farklı olur,mesela tüm vücudu kasılırken normalde(!) o sefer ( ama sadece O sefer) gözü dalar, iç organları nöbet geçirir çocuğun oturuyorken birden bir çığlık atar karnım diye bakarsınız ki midesi ritmik olarak kasılıyor ya da etrafta olmayan kediyi "pisi pisi" diye kovalamaya başlar, bakar size ama görmez yada gördüğünden korkar durup dururken, normallerden(!) uzun sürer, arka arkaya olur mesela yarım saatte üç tane... Buna Status diyorlar, durdurulamayan nöbet yani. Yarım saatte üç nöbet klinik olarak göremeseniz de beynin içinde nöbet devam ediyor demek, nöbet müdahalelere rağmen durmuyor demek... Sonra ateş birden düşer, 10 dakika sonra birden yükselir, nöbetlere devam eder bu arada... Hastalığın ilk belirtileri bu döngünün ancak yirminci saatinde falan ortaya çıkar, yani doktorların evet "şu" hastalığı var demeleri için yaklaşık yirmi saat dil dökersiniz... Kan tahlilleri de kesinlikle ip ucu vermez mesela kandaki mikrop oranını ölçtükleri CRP testi normal sınırlarda çıkar ilk tahlilde ertesi sabah alınan kanda üç katına çıkmıştır o oran...

Nöbetçi doktora zatürreye benziyor dediğimde kafasını kaldırıp boş boş baktı bana, beni ve Özgür'ü tanımayan her doktorun yaptığı gibi... Onun aklından geçenleri de tecrübelerimle okuyabildiğim için hastanenin bizi tanıyan doktorunu cepten arayıp mesai arkadaşına durumu anlatmasını rica ettim, kırmadı sağ olsun.

Çok yorgunum, yazmaya bile elim varmıyor artık aslında, bütün bunları tek tek anlatmak, kimseye haksızlık etmeden, yanlış bilgilendirme yapmadan ama bütün ayrıntısıyla, aynı şeyler tekrar hatırlamak, tekrar yaşamak demek hem benim hem de eşim için... Denemiştim şansımı mesela "özel hastaneden alsak olmaz mı raporu?" diye muhtemelen karşımdaki doktor bir 'küçük burjuva özentisi'nin bildik kaprisi zannetmişti belki de... "yok" diye yapıştırıvermişti hemen " Tam Teşekküllü Devlet Hastanesi olacak" demişti. Devlet Hastaneleri'mizin bu  "Tam Teşekkül" hali aslında bizimki gibi bağışıklık sistemi bir nedenle baskılanan hastalar için kabustur, bunu da bilirler halbuki.

Yoğun Bakım... Kalp atışları normalde 80 civarı olması gerekirken 150 atıyordu, solunum hızı da çok yüksekti bunları ölçen makine susmuyordu bir türlü... Akşam üstü geldiler alalım dediler vermek istemedim önce ben başındayım dedim ama sabaha karşı artık kalbi çok yorulmuştu aldılar...

Bize durumu özetledikten sonra ( ki üstü örtülü bir biçimde "hayati tehlikesi var, acil müdahale gerekebilir, yoğun bakım hemşireleri ve doktorları bu konuda servistekilerden daha deneyimliler" dendi) "Eve gidin, dinlenin burada yapacağınız bir şey yok" dediler...

Bize "Eve gidin" dediler... Güldüm küfür yemiş gibi ama doktor gayet ciddiydi.... Eşim de katılıyordu bu fikre biraz uyumam gerekiyormuş...

"Hayır! ya beni çağırırsa?"
"Zaten çağırsa da alamazlarmış ki içeri beni"
"Yok ya! Nasıl almazlarmış! O benim çocuğum!"

Yüreğinizi bir poşete koymuşlar, yanına beyninizi atmışlar, almışlar et döveceğini, biftek hazırlar gibi vuruyorlar da vuruyorlar...


Ev arabayla 10 dakika uzaklıktaydı... Gittik, on dakika oturamadım, nasıl oturacaktım ki zaten... Kapısında beklemeye de izin yoktu, içeri girmeye izin yoktu, hastanenin otoparkında, arabanın içinde, kantinde, lobide, orada, burada hiç bir yerde duramadım. Nefes alabilecek bir açıklık aradım durdum hastane merkezli bir küçücük çemberde...

Dünya... Durdu - mu??? Dünya??? Neydi ki???

3 Eyl 2010

BİR RAPOR NASIL ALINIR (YA DA "BİR İNSAN NASIL DELİRİR") SONA DOĞRU

-BÖLÜM 3-







   IQ testini halletmişti anne ve baba. Çok mutluydular. Yapabiliyorlardı, hedefe ulaşabileceklerdi. Hemen hangi hastanede hangi tanıdığı bulabileceklerini yeniden yokladılar. Devlet ananın (babanın mıydı yoksa? Yoksa Devlet efendi mi demeliyim?) raporunu kabul edebileceği hastaneler içinde en mantıklısı (!) gibi duran Göztepe Hastanesine yoğunlaşıldı. Aranan arkadaşlardan biri çocuk acil denen bölümde çalışan Falanca Bey'i bulmasını öğütledi babaya. Ertesi gün anne, baba ve Özgür'ümüz düştü kör sabahın ayazında yollara. Hastaneye girdiler araçlarıyla. Aslında daha o an anlamaları için gereken tüm işaretleri vermişti hastane onlara. Park yeri bile yoktu hastanede. Zar zor bir yerlere sıkıştırdı baba arabayı. Anneyi Özgür'ümüzle içinde bırakıp koşturdu çocuk acile. "Durumu özetleme"deki tüm maharetlerini gösterip yardım istedi Falanca Bey'den. Falanca Bey uzun uzun ve boş boş baktıktan sonra bu konuda bir yardımı dokunamayacağını söyledi. Şuraya gitmesini, burayla görüşüp orayla konuşmasını tembihledi babaya. Hiçbirini aklında tutamayan, tutmanın gereksizliğini hızla kavrayan baba hayal kırıklığını da alıp çıktı oradan. Ve o an yeniden farketti. Ne kadar çok çocuk var, ne kadar çok hasta çocuk var! 

   Dışarı çıktı, temiz havayı soludu biraz. Arabaya gitti. Arabada kahvaltı kavgası vardı. Bazen annenin bazen Özgür'ümüzün kazandığı, kimi zaman da berabere biten kavgalardan biri daha :). O şekilde olmayacağını kısaca anlattı baba anneye. Anne nasıl olacağını sordu babaya. Baba da henüz bilmediğini söyledi anneye. Bilmiyordu nasıl olacağını ama ikisi de mutlaka ve bir şekilde olacağını, olması gerektiğini biliyorlardı. Yeniden telefon trafiği başladı. Herkes birilerinden bahsetti Ama çarkın işleyişini gören baba tüm o birilerinin pek te bir işe yaramayacağını sezebiliyordu çok ta bürokratik olmayan kafasıyla.

   Bir soluktan sonra tekrar içeri daldı. Bir doktora, hiç tanımadığı, hiç kimsenin tanımadığı doktora halini anlattı. Ansızın doktor insafa geldi. O işin ancak şöyle şöyle ve böyle böyle olabileceğini bir bir anlattı. Aniden heyecanlanan baba ne yapması gerekiyorsa yapacağını söyledi. Doktor da ona çocuğu getirmesini söyledi. Efendim? Çocuğu getir! Özgür'ümüzü mü? Buraya mı? Evetmiş, orayaymış, muayene edecekmiş doktor. Çaresiz çıktı baba odadan. Gitti ve durumu anneye anlattı. Anne, binaya dışarıdan baktı. Girenlere, çıkanlara, çocuğunu kucaklamış koşturanlara baktı. Çocuğundan bıkmışlara baktı, çocuğuna ağlayanlara baktı. Havada gezen mikroplara baktı sonra. Virüslere baktı, Özgür'ümüze saldırmak için bekleyen virüslere baktı. Ama doktor çağırıyordu işte. Kucakladı baba Özgür'ümüzü. Anne de ağzını yüzünü iyice sardı. Ya Allah deyip daldılar içeriye. Hiç Özgür'ümüz o kadar çocuğu bir arada görmüş müydü? Kimselere değmeden, değmemeye çalışarak daha doğrusu, bir şekilde girdiler doktorun odasına. İçerisi de koridordan pek farklı değildi. İki ayrı çocuk daha anneleri, teyzeleri, ablaları ve anneanneleri  bir asistan doktor, bir hemşire ile birlikte odaya sığmaya çalışıyorlardı. Doktor annenin kucağında Özgür'ümüzü muayene etti. Bir sürü tahlil ve film istedi. Baba ne için olduğunu sordu. Doktor raporu vermek için gerekli olduğunu söyledi. Baba durdu. Anne durdu. Özgür'ümüz durmuyordu. Keyfi yerindeydi. Her şeyi kurcalamak, herkesle tanışmak istiyordu. Böyle de olmayacaktı ama başka bir yol da yoktu.

   Baba babasını aradı. Babası babaya (oğluna) orada görevli akrabasını bulmasını söyledi. Oradaki akraba arandı. Akraba orada görevli değilmiş. Başka bir semtteki poliklinikte çalışıyormuş. Ama kızı oranın veznesindeymiş. Hemen akraba kız bulundu. Durum anlatıldı. Yapılması gereken testler, tahliller, çekilmesi istenen filmlerin evrakları gösterildi. Akraba yarın sabah erkenden gelmelerini söyledi. Gereken her yardımı yapacağını söyledi. Teşekkür edildi. Çıkıldı.

   Ertesi sabah karga malum işi yapmadan yola düşüldü. Surlara dayanıldı. Araba park edildi. Arabadan inildi. Bir sigara yaktı anne baba karşılıklı. Sonra derin bir nefes aldı baba, besmele çekti ve daldı kapıdan içeri. Ulubatlı Hasan misali yardı safları. Akraba kızın, başkalarının akrabası olan kızlarla bir arada durduğu çok yazıcı sesli, barkod basılan cam bölmeye ulaştı. Kapıyı açtı akraba kız ve babadan evrakları kapıdan aldı. Önce gerekli barkodlar basıldı sorunsuzca. Sonra akraba kız babaya  yapması gereken işlemleri ve gitmesi gereken yerleri tarif etti bir solukta. Baba kafasını kaldırdı. Tepeden mahşer kalabalığına baktı çaresizce. Daldı tekrar o yekvücut olmuş kalabalığın arasına. Dışarı çıktı. Anne Özgür'ümüzün kahvaltısını yedirmiş, bir sigara daha yakmıştı, annenin sigarasını yanlız bırakmak istemedi ve davrandı cebine. Durumu ve yapılacakları ve gidilecek yerleri kısaca özetledi. İkinci sigarasını yakıp yakmamayı düşündüğü bir anda "kısaca özetlemesi" bitiverdi. Özgür'ümüz kucaklandı. İçeri dalındı. Anne önden yol açmaya çalışıyor, baba da o yol kapanmadan hemen geçmeye çalışıyor. Sonunda merdivenlere ulaşıyorlar ailecek. Buralar biraz daha ferah. Bir kat aşağı iniyorlar. Röntgen bölümüne varıyorlar. Özgür'ümüz kucaktan inmek ve diğer çocuklarla kaynaşmak istiyor. Anne babanın ödü kopuyor bu durumdan. Zaptetmenin iyice güçleştiği bir anda sıra geliyor kendilerine. Anne mümkün olsa röntgenin Özgür'ümüz havada, babanın kollarında iken çekilmesini istiyor ama röntgen teknisyeni bu öneriyi duymuyor bile. "Küçük bey"e (Kısaca saçlı Özgür'ümüze hep "küçük bey" diyorlar hastanelerde.) durması gereken şekli tarif ediyor. Baba Özgür'ümüzü o şekle sokuyor. Filmler çekiliyor. Ne zaman alırız? Yarın alırsınız diyor teknisyen babayı alırsınız tonlamasıyla. Babayı değil filmleri mutlaka alacağını bilen baba yeniden kucaklıyor Özgür'ümüzü. Çıkıyorlar anne ile birlikte merdivenlerden yukarı. Çıkışa doğru saldırıyorlar. Tam çıkacakken sağa dönüp kan verme bölmesine dönüyorlar. Anne artık yol açamıyor, öyle kalabalık, ölesiye kalabalık. Baba Özgür'ümüzü anneye verip akraba kızların olduğu cam bölmeye gidiyor. İçlerinden kendi akrabasını bulup "kan çıkmadan" kan veremeyeceklerini söylüyor. Akraba kız büyük bir anlayışla diğer akraba kızlar görevini devredip babayla birlikte laboratuvara yöneliyor. Kalabalığı ustaca manevralarla yarıp kapıya varıyor. Görevlilerden birine akrabaları için öncelik istiyor. Yarın öbür gün cam bölmede işi olacak olan kendi akrabası için bizim "akraba kız"a ihtiyacı olduğunun bilincinde olan hemşire hızla bu isteği yerine getiriyor ve Özgür'ümüz torpille en öne geçiyor. Tahlil kağıdı uzatılıyor hemşireye. Hemşire tüpleri soruyor. Babanın yanında tüp yok. Evlerinde bile yok artık, kombili bir aileler çünkü. Kusura bakmamasını, hazırlıksız geldiğini, bir dahaki sefere her boy ve renkte tüp getireceğini söylüyor hemşireye. Babaya gülen hemşire tüpleri nereden edineceğini söylüyor. Baba kalabalığa dalıyor. Dışarı çıkıyor. Bahçeyi aşıyor. Karşıdaki binalardan birine giriyor. İlgili birimi soruyor. Koridoru aşması gerektiğini öğreniyor. Koridoru aşıyor. Merdivenlerden aşağı iniyor. Sola dönüyor. Kapalı iki kapıdan geçiyor. Bir iki kişiye daha sorup ulaşıyor tüplere. ama tüplerden sorumlu tüpçü yok ortada. Sesleniyor iç odalara doğru. Tüpçü hanım çıkıveriyor arka odalardan birinden sigara dumanları eşiliğinde. Elindeki kağıdı uzatan babaya ilgili tüpleri veriyor. Baba teşekkür ediyor, tüpçü abla rica etmiyor. Zaten o hastanede nedense kimse rica etmiyor. Baba hep kendi kendine teşekkür edip duruyor. Baba geri dönüp çıkıyor odadan, iki kapıyı geçiyor, merdivenleri tırmanıyor, koridoru arşınlayıp bahçeye çıkıyor. Koşarak geçiyor avluyu, anne ve Özgür'ümüzün beklediği odaya giriyor kalabalığı -bu sefer kendi başına- yararak. Hiç ağlamayıp hemşireleri şaşırtan Özgür'ümüzden kan alma işlemi bitiyor. Hemşire babanın getirdiği tüpleri yarısı dolu halde babaya geri verip getirdiği yere götürmesini söylüyor. Baba anlamıyor, mel mel bakıyor o hastanede daha önce çok baktığı gibi, Anlamayacak bir şey yok. O kan tahlilinin tüpü öte yanda, tahlili öte yanda, sonuçları bir başka öte yanda, sadece kan alma işlemi beri yanda. Baba bahçeye çıkıyor. Avluyu geçiyor. Diğer binaya giriyor. Koridoru bitirip merdivenlerden aşağı iniyor. Kapalı kapıları geçip tüpçü ablaya ulaşıyor. Bu sefer sigara içmeyen tüpçü abla alıyor tüpleri babadan. Şöyle bir bakıyor. O bakışı hiç beğenmiyor baba. Hemşire de tüpleri beğenmiyor. Yarım bunlar diyor. Nasıl yani yarım? Tam dolmamış yani! Tamam baba o kadarını hala bilebiliyor ama neden yarım olduğunu anlamıyor ve yeni tüp istiyor bu sefer tam doldurma sözü vererek. Hemşire gerek yok diyor, Baba gerek yoktu madem neden yarım olduğu düşüncesiyle panik ortamı yaratıldığını merak ediyor. Kapı, kapı, merdiven, koridor, avlu ve anne ve Özgür'ümüz. Arabadalar. Özgür'ümüz öksürüyor. Anne irkiliyor. Baba terliyor. Özgür'ümüz bir daha  bir daha öksürüyor.


   O günkü mesai tamamlanmış görünüyor. Ertesi gün sonuçlar alınacak. O sonuçları görme arzusunda bulunan doktora verilecek. Doktor gerekli değerlendirmeleri yapıp heyet raporu denen kağıdın ilgili kısmını imzalayacak. Sonra bir sonraki doktora geçilecek...


   ÇOK UZUYOR BİLİYORUM. AMA İNANIN ÇOK KISALTIP ANLATIYORUM. HELE ŞİMDİ BAYAĞI BİR KISMINI ATLAYACAĞIM. ŞÖYLE Kİ....


   O ÖKSÜRÜK GECE ARTTI. ERTESİ GÜN İŞLEMLERİN DEVAMI İÇİN HASTANEYE GİDEMEDİK. GÜN İÇİNDE ÖKSÜRÜĞE ATEŞ TE EKLENDİ. O GECE NÖBETLER BAŞLADI, DURMAK BİLMEDİ. KOŞARAK EVİMİZİN YAKININDAKİ (ÖZGÜR'ÜMÜZÜ DE İYİ TANIYAN BİR DOKTORUN GÖREVLİ OLDUĞU) ÖZEL HASTANENİN ACİLİNE ZOR ATTIK KENDİMİZİ. ACİLDE İLK MÜDAHALE SONRASINDA BİZİ SERVİSE ALDILAR. AMA ÖZGÜR'ÜMÜZÜN DURUMU GİDEREK BOZULDU. ENFEKSİYON KAPMIŞTI HASTANEDE. CİĞERLERİNE KADAR DA İNMİŞTİ. BİR KAÇ GÜN SONRA DA   YENİ BİR TAHLİL İÇİN İKİ ÜÇ HEMŞİRE KAN ALMAYI BECEREMEYİNCE DOKTORUMUZ YOĞUN BAKIM HEMŞİRESİ ÇAĞIRDI. HEMŞİRELER GÜÇLÜKLE İŞLEMİ YAPTI. ARDINDAN DA BİR YOĞUN BAKIM DOKTORU GELİP ÖZGÜR'ÜMÜZÜN SERVİSTE KALMASININ SAKINCALI OLACAĞINI "YOĞUN BAKIM"A ALMALARI GEREKTİĞİNİ SÖYLEDİ...




                                                         DURDU DÜNYA.....

23 Ağu 2010

BOŞ'LUK

                                                                                                                                                                        

16 Ağu 2010

BİR RAPOR NASIL ALINIR (YA DA "BİR İNSAN NASIL DELİRİR") DEVAM EDİYOR

-BÖLÜM İKİ-













   15.000 USD artık anne ve baba için bulunamayacak bir rakamdı. O yüzden devletin şartlarını kabul ettiler ve Özgür'ümüz için sağlık raporu ve IQ raporu almanın peşine düştüler.

   İlk olarak doktora, yeni doktorlarına sağlık raporunu o hastaneden alıp alamayacaklarını sordular. Aldıkları cevap başlangıç için moral bozucuydu. Orası bir üniversite hastanesiydi ve bir heyet yoktu. (Bilmeyenler için açıklama: Heyet bu tür sağlık raporlarını veren -örneğin ehliyet için, işe başvuru için vs.- bir doktorlar topluluğudur, haftanın belli günleri toplanır ve sadece bu raporu vermek için hastaları -güya- muayene ederler.) Peki nerede bulunabilirdi bu heyet. Onlar tam teşekküllü devlet hastanelerinde olurlarmış. Tamam, peki IQ raporu nasıl edinilecek? Bak o kolaymış. Hastanenin psikolji bölümüne gidilip randevu alınırmış, hepsi buymuş. Teşekkür edip çıktı anne ve baba. Baba hazır oradayken şu IQ raporu için gereken randevuları ayarlamanın peşine düştü. Önce gittiği bir serviste sadece bir hafta sonrasına gün verildi, fakat randevuyu veren doktor ne için olduğunu öğrenince kendisinin yetkisiz olduğu müjdesini verdi. Baba bu sefer psikoloji anabilim dalına yöneldi. Elinde gittikçe kabaran bir dosya ile binadan içeri girdi. Derin bir sessizlik... Kimse yok mu? Yok! Güzeel, demek herkesin ruh sağlığı gayet iyi. Tek bir hasta yok ortalarda. Hasta olmayınca doktor da olmuyor tabii ve onlara yardımcı olan hemşireler ve memurlar da. Ama ya aniden deliren olursa? Biraz uğraşıp bir iki koridorda kaybolduktan sonra en azından akıl danışabileceği birilerine ulaşıyor baba. Herkesin sağlıklı olmadığını, muayenelerin sabah erkenden bittiğini, memleketin psikoljisinin sanılandan bozuk olduğunu öğreniyor. Bu gereksiz bilgileri de edindikten sonra meramını anlatıyor doktora. Doktor da ona seve seve yardımcı olabileceğini, nisan sonunda geldiğinde gerekli muayene ve testleri yapıp ihtiyaç duyulan kağıdı hemen verebileceğini söylüyor. MR'dan tecrübeli baba 75 TL'nin hemen yarın rapora ulaşmasına yardımcı olup olamayacağını soruyor bir umut. 750 TL'nin bile bir işe yaramayacağını, çok yoğun olduklarını, dışarıdan hasta kabul etmelerinin bir lüks olduğunu anlatan doktoru kendisinin "dışarıdan bir hasta" olmadığına ikna edemeyeceğini anlayınca, çaresiz dışarı çıkıyor baba.

  Asıl doktorlarına gidiyor baba. Sağlık raporunu başka hastanelerde halledeceğini ama IQ raporu hakkında çaresiz kaldığını, özel bir kurumdan alsa olup olmayacağını soruyor endişeyle. Doktor pilin distribütörüyle telefonlaştıktan sonra özel üniversite hastanelerinden birinde görevli olan profesör arkadaşını bizzat arıyor ve üç gün sonrasına randevu alıyor.

   Eve dönülüyor. Anne bir taraftan, baba bir taraftan telefon ediyor herkese. Durum anlatılıyor. Bir devlet hastanesinde işlemleri hızlandırabilecek bir yakın, bir tanıdık aranıyor. Bir sürü alternatife ulaşılıyor. Göztepe'deki hastanenin sorunu çözebileceği görünüyor. 

  Üçüncü gün gelince IQ raporu için özel üniversite hastanesinin yolu tutuluyor. Anne ve babayı bekleyen doktor bulunuyor. Gereken kayıt işlemlerini yapan baba hatırı sayılır bir miktarı ödedikten sonra çoktan oyuncakların büyüsüne kapılmış Özgür'ümüzün ve annenin yanına gidiyor. Bir yandan Özgür'ümüzü izleyen, bir yandan da anneyi soru yağmuruna tutan doktor sonunda "Özgür'ün IQ testine uygun olduğunu" söylüyor. Yani? Yani bir randevu alınacak ve bir kaç gün sonra yeniden oraya gelinecek ve o doktorun uygun gördüğü bir başka doktor tarafından test yapılacak. Teşekkür ediliyor. Hazır yakınlardayken Göztepe'ye gidilip prosedür öğrenilmeye çalışılıyor. Binadan içeri giren baba kalabalığı görünce MR binasını sevgiyle ve özlemle hatırlıyor. Çünkü burası daha beter ve üstelik burası ağzına kadar da çocuk dolu. Net bir bilgi alamadan ama yeterince yorulmuş olarak çıkılıyor oradan.

   Randevu günü geldiğinde tekrar gidiliyor özel üniversiteye. Baba yine vezneye gidiyor. Geçen sefer ödediği hatırı sayılır miktarın hatırının geçtiğini, o ödemenin sadece 






"Özgür'ün IQ testine uygun olduğunun" öğrenilmesi için yapıldığını, şimdi yeniden ve daha hatırlı bir miktar ödemesi gerektiğini öğreniyor. Ödenecek, başka yol yok. Ödüyor baba. Özgür'ümüz giriyor teste... Çıkıyor testten. Ne çabuk? Tamam kızımızın gerekli barajı aşacağından endişe duyulmuyor ama bu kadar çabuk bitmesi de beklenmiyor. Anneyi çağıran doktor Özgür'ümüzün "teste koopere olamadığını", bu yüzden testi tamamlayamadığını ve ihtiyaç duyulan raporu veremeyeceğini söylüyor. Şok! Anne durumu kavrayamıyor. Baba durumu kavrayamıyor. Görünen durum Özgür'ümüzün doktoru sevmediği ve sorduğu (ve bildiği bilinen, bildiğinden emin olunan) hiç bir şeye cevap vermediği. Doktora bu durumun öneminin olmadığı, alınacak raporla Özgür'ümüze bir iş sağlanmayacağı, mesela ehliyet alınmayacağı sadece 15.000 USD olmadığından alınamayan pilin parasının devlet tarafından ödenmesi için ihtiyaç duyulduğu söyleniyor. Tık! Raporu veremezmiş doktor. Yalvarsalar? Olmazmış. Teşekkür edilmeden çıkılıyor oradan. Hatırı sayılır ödemelerin her hangi bir hatırı olmadığı görülüyor. Telefon ediliyor asıl doktora. Sonra da Özgür'ümüzün teste uygun olduğunu söyleyen ilk doktor bulunuyor. Durum izah ediliyor. Yardımı isteniyor. Gerekirse Özgür'ümüzün devam ettiği eğitim kurumundan bilgi alınabileceği söyleniyor. Doktor kendisinin arayamayacağını, ama ararlarsa konuşacağını söylüyor. Hemen Özgür'ümüzün öğretmenlerini arıyor anne. Durumu özetliyor. Sağolsunlar her türlü yardımı yapacağını söylüyorlar. Telefon ve mail trafiği başlıyor. O onu arıyor, o diğerine mail atıyor. Araya başka işler girdiğinde anne devreye giriyor, önceliği yine Özgür'ümüze vermeleri için dürtüyor. İşe yarıyor onca çaba. Gereken kağıt elde artık. Çok özel bir kağıt bu. Dosya açılıyor. En üste konuluyor. Hemen pilin distribütörüne koşuluyor. Alınan kağıt veriliyor. Tamam mıdır? Okuyor distribütör kağıdı ve tamamdır diyor. Acaba orijinali elde dursa da bir kopyası mı verilse onlara, ya kaybolursa, ya ıslanırsa, ya çalınırsa? Bu endişelere gerek olmadığı görülüyor. Distribütör distribütör değil çünkü, en az anne baba kadar çabalıyor işlerin yürüyebilmesi için. Ofisten çıklıyor. Mutlular anne ve baba. 



























   Mutlular çünkü gereken evrakın yarısı temin edildi. Yani işin yarısı bitti. Bitti mi peki?







   NAH bitti!