13 May 2011

ZAMAN GEÇMEKTE....

Çok uzun zamandır yazamıyorum... Bir ara blogspot kapatıldı 'biri'leri yüzünden... Bir ara ben vakit ayıramadım... Bir ara da vakit ayırmak istemedim sanırım... Durdum öylesine sanki...

Ben durdum ama Özgür durmadı... Koşarcasına büyüdü, gelişti... Okuma yazma öğreniyor, bizimle dişe diş mücadele halinde... 1 Mayıs mitingine bile katıldık birlikte, pankart taşıdı, slogan attı, enstrüman çaldı... Daha neler neler...

Hızına yetişemiyorum bazen, iş güç koşturmaca sırasında hep yanımda olmasına rağmen -sanırım- artık sırtımı dönebiliyorum ona ve ne zaman tekrar dönüp baksam bir tuğla daha koymuş oluyor Özgür o çok sevdiği 'kule oyunu'nda... "İnsan çocuğuna sırtını döner mi?" diye düşünmeyin lütfen... Ben o kadar uzun zaman 'göz hapsi'nde tuttum ki Özgür'ü, bizi tanıyan herkes artık onun yakasından düşmem gerektiğini düşünüyor... Dolayısıyla da ona sırtımı dönebilmem -sanırım- iyi bir şey....

Hayat onun için hala bir oyun olsa da, çok daha fazla şeyin bilincinde Özgür... Yaşıtları gibi bilmem kaçıncı sınıfa gidemese de, -emin olun hatırlamıyorum hatta sormuyorum bile, acıtıyor çünkü hala-  okul gezilerine katılamasa da, Setenay'ın iphone'u var diye beni yemese de... Neyse...

Geçenlerde Özgür'ün huyları hakkında konuşuyorken bir arkadaşımla, -onun üniversite sınavında ne yapacağına dair şaka yapmaya çalışıyordu- bir an duralayıp "girebilecek mi gerçekten?" diye kendi kendime sorarken yakaladım kendimi... O kadar uzak bir gerçeklik gibi geldi ki "o an", "normal çocuk ailelerinin" anlayamayacağı bir başka boyuta geçiyorsunuz... İnsan çocuğunun sınava giremeyeceğini, ne bileyim, evlenemeyeceğini mesela düşünür mü hiç... Hayır öyle böyle değil ciddi ciddi düşünür mü?

Neyse anlatamadım, sanırım hamlamışım yazmaya yazmaya....

Özgür büyüyor, her geçen gün şaşırtıyor bizi ama diğer yandan kocaman bir bebek gibi, hep bir tarafını saklıyor, sanki kirlenmesine izin vermek istemiyor gibi... Duyguları hala dört ya da beş yaşında takılıp kalmış gibi....

Bugün ofise giderken yolda öyle bir coştu ki elimdeki kitabı düşürdüm, içinde de sevdiğim bir resim kalemim vardı...
Başladım söylenmeye: Bak sen böyle yapınca kalemimi kaybettim! diye...
Durdu, bana baktı, baktı, baktı, ben susmuyorum hala söyleniyorum...
- Özür dilerim anne! dedi...
İnanamadım çünkü tonlamasının altında yatanları ancak ben ve onu tanıyan sayılı bir kaç kişi anlayabilirdi...

Okuyorsunuz... Belki anlamaya çalışıyorsunuz, belki öyle bir bakıp geçtiniz, belki "nesi var ki bunun" diye geçiyor aklınızdan....

Benim için öyle böyle değil ama... Kalemimi benimle birlikte aradı Özgür... Bakındı sağa sola, halbuki o sadece duraktaki ağaca sarılıyordu o sırada, buna rağmen inadı bırakıp özür bile diledi.... :)

Zaman geçiyor, benim tahammül sınırlarım gittikçe daralıyor ama bu sefer Özgür bana uyum sağlıyor.... Dönüp ona ve kendime bakmam için beni silkeliyor, hem de benim gibi bıkıp yorulmadan yapıyor bunu... Artık Özgür bana yardım ediyor....

Çok yorgunum, otobüs durağında iki gözü iki çeşme ağlıyorum, elimden tutup kendine doğru çekiyor, yüzüme bakıp "Ağlama hadi, otobüs gelecek şimdi, ofise gideceğiz" diyor... Uçuyor gidiyor yorgunluğum, bir kez daha  nasıl dirençli olabileceğimi, nasıl dik durabileceğimi -yeniden ve kızımdan- öğreniyorum....



Bir gün daha başlıyor bizim için... Çalışmak lazım... Özgür'ümle işe gidiyoruz....