29 Eyl 2010

BUNU DAHA ÖNCE YAZMIŞTIM AMA BURADA DA BULUNSUN İSTEDİM :)


Özgür abla ve maceraları....





akşamın 19:30 unda ofisten Özgür'le çıkılır telaşla cd teslim edilir kargoya... evde Yağmur, anne yok, koca yok, en önemlisi yemek yok hadi paraya kıyılır taksiye binilir... Özgür 30 yaşında şoföre "dede" der sadece kel olduğu için adam bozulur kafasını sıvazlar müdahale edilir "çocuğum o dede değil şöför amca diyebilirsin" olmaz tutturur "hayır! o zaman dayı " diye neyse türlü akşam trafiği ve Özgür eziyetinden sonra nihayet 20:30 da eve varılır... Özgür tutturur yine parayı ben verecem diye verir adama, adam alır Özgür inmez adama bakar bakar" teşekkür ederim desene !" der adam şok olur en sonunda der dedirtene kadar taksiden inebilinemez ama dedirttikten sonra " hayırlı işler" diyen Özgür taksiden iner gece şıpın işi yapılabilen tarhana çorbasıyla son bulur.... 


THE END

22 Eyl 2010

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ...

"İçeri kapamak ya da dışarıda bırakmak aynı şey!"

Bunları onlara da söyleyebilmek isterdim, yuttum ağzıma kusmuk gibi geliveren bütün kelimeleri ...

O günün gecesine kadar ara ara gitmemize rağmen kapıya göstermediler bize Özgür'ü... Bir de hastanenin yoğun bakım servisinin yetişkinler için olduğunu o yüzden başka bir yere aktarsak daha iyi olacağını söylediler. Hani pek görüşemediğiniz arkadaşlar vardır ama baş sıkışınca rahatlıkla aranır. Bizim de yoğun bakım doktoru bir arkadaşımız vardı o cinsten , onu aradık tabi hemen. Bize "Yoğun bakım dediğinin tek çeşit olduğunu ama rahat değilsek yardımcı olabileceğini" söyledi... Galiba bizimki içeride "arıza" yapıyordu, aslına bakarsanız buna içten içe sevindik çünkü bu Özgür'ümüzün inatla tutunmaya, mücadeleye devam ettiğinin göstergesiydi...

Arabada yatıyorduk, arada lobiye, resepsiyona görünüyorduk üzerimizdeki bütün numaraları vermemize rağmen çünkü yoğun bakım katına inen bir merdiven bile yoktu ve ben de dışarıda "arıza" yapıyordum... Görüşlere sessiz bir akitle, bir eşim bir ben giriyorduk, dağılıp çıkıyorduk tabii... Koparılmışlık, o boktan his, başkaca ne durumda yaşanır bilemiyorum ...

Yoğun bakım'dan gece genelde çağırılmazsınız... Bunu bize gidin yatın diyen doktor söylemişti...

Onca zaman hep gözlerinin önünde gezmeye dikkat eden ben gece 02:00 ye doğru arabaya uzanmaya gitmiştim ki güvenlik geldi ve bizi aşağıdan çağırdıklarını söyledi, telaşla indik tabii... Doktor "Özgür sizi çağırdı" diyene kadar bütün iç organlarım birbirine girdi, acleyele girdim, giyindim kızım beni çağırmış durur muyum?

Bizimkine laf anlatamamışlar, maymunun gözü açılmış, annem de annem diye tutturmuş, sabaha kadar zor tuttular sonra hemen servise postaladılar tabi, aman eşimle ben de çok hevesliydik zaten Özgür'ümüzden ayrı hayta gibi gezinmeye hastane çevresinde...

Sonrasında üç-beş gün daha kaldı, üç torba ilaç, bol rakamlı bir senetle birlikte Özgür'ümüzü de alıp kaçarak uzaklaştık oradan, ne kadar uzaklaşabilirsek tabi, evden ofise giderken hergün önünden geçiyoruz... Bazen bakamıyorum bile o tarafa...

Öyle bir geçiyor ki zaman; hele ki bunca şey yaşadıktan sonra, bir tek gülücüğü için dünyaları yerinden oynatabiliyorsunuz, evlat başka bir şey, kimsenin hiç bir şekilde evladının en ufak acısını görmemesini diliyorum, biz Özgür'ü tekrar doğurmuş gibi aldık götürdük eve... Sonrasında da bir kaç defa daha bu tür şeyler yaşadığımızı hesaplarsak Özgür de biz de defalarca kazandık bu savaşı aslında...

Raporu alamamıştık hala mesela....

19 Eyl 2010

ELLERİ BAĞLI

Onu öylece alıp götürmek istiyorlardı... Sebep olarak gösterdikleri onun iyiliği(!) idi.... Bense iyiliğin(!!) benim yanımda olduğunu savunup duruyordum çaresizce. Onu bu hayat denen eziyet silsilesine atarak yaptığım(!) iyiliği hastane odalarında da sürdürmeliydim anneliğin tüm yapışkanlığıyla... O da bağımlılık hissediyordu çaresizce, anneyle çocuk arasında iki tarafı da çaresiz bırakan bu bağ, nedense taraflardan herhangi biri sahneden çekilse bile devam ediyor; nasıl bir bağsa bu sanki doğurmuyoruz, hiç çıkarmıyoruz sanki karnımızdan, hiç kesilmiyor göbek kordonu, hiç görünmüyor plasenta...

Anlattım gerçi; hemen kapının dışında, onu duyabileceğim yerde olduğumu, doktor amca ve hemşire ablaların iyileşsin(!) diye onu başka bir yere götürdüklerini... Kalbi 135 atan, solunumu 5 gündür bozuk bir vücuda anlattım aslında ben....

Sabahı zor ettik, zaten kapıdan zor ayırmışlardı beni, görüş dediler indik aşağıya, ben, baba, dayı bekliyoruz diğer bir sürü insan arasında... Ayrıcalığımız var çünkü bir ÖZGÜR'ün yakınlarıyız, öyle bakıyoruz kapıya, birazdan hepimiz gireceğiz içeri ve Özgür'ümüz bizi gülümseyerek karşılayacak çünkü gece yoğun bakım kapısındaki telefonu açan ses "iyi" dedi Özgür için...

İyi nedir? Siz iyi misiniz? Genelde diye soruyorum yani iyi misinizdir? Ben değilimdir mesela öyle görünmem zaten, anlar bakan bende bir arıza olduğunu zaten öyle görünmek gibi bir çabam da olmadığından ya hemen kaçar, uzaklaşır benden ya da himayesine almaya kalkar, pek ortası da olmaz bu işin...

Kapı açıldı... Yaklaşık on metre kare bodrum katında bekleyen yaklaşık otuz kişi yılığıverdi hemen ve kapıdan çıkanlar savruluverdi saniyesinde... Böyle zamanlarda yabancılaşıveririm ben sanki üç boyutlu bir film seyrediyormuşum gibi gelir... Asla olayın kahramanlarından olmam da sanki kamerayımdır nedense... Acı durur ama yerli yerinde gitmez yani hiçbir yere...

Neyse "Sadece bir kişi!" diye bağırıyorlardı, eşimin "hadi git!" diyerek arkamdan bakışını hatırlıyorum... Göremeyecek olmak onu çok burkmuştu ve eşimin o burkulmuş gözleri beni daha da burkmuştu... Girdim; bir adım atmadan durduruldum, bir şeyler gösterdiler "giy bunları!" diye ünledi biri, itaat ederek ama ettiğime de şaşarak giydim... En doğal hakkımı on dakikalığına vereceklerdi bana ne de olsa koyunlaştım. Koyunlaştığıma şaştım... Eski, yırtıcı Özlem neredeydi???? Bulamadım....

"Sola dön, sonra sağda karşıda!!!"

Buna da uydum... Gördüğüm şey beni çıldırtmadıysa daha da bana bir şeycik olmaz diye düşünüyorum hala...

Özgür elleri ve ayakları sargı bezleriyle yatağa bağlanmış halde baygın yatıyordu... Burnundan kan sızıyordu çünkü belli ki savaşmıştı ve beslenme hortumunu sokmaya çalışırlarken burnunun derisini yırtmışlardı... Hala izi var orada ve ben bazen bakınca hala....

"Burnumun direği sızladı" deyimini ciddiye alın derim hani gerçekten sızlıyor....

Ağzımdan çıkabilen "annecim!" di O "annecim" de neler var biliyor musunuz? Karşınızdaki 5 yaşında bir çocuk da olsa, tek kelimede milyonlarca soru ve umut saklı oluyor... Tahmin etmiyordum ama duydu! Anladım ki baygın değil sadece savaşmaktan yorulmuş.... Özgür de yorulabiliyormuş, elini uzatmaya kalktı bağı izin vermedi tabii... Ben uzandım hemen "DOKUNMAK YASAK!" diye bir ses duyabildim uydum tabi hemen....

Konuştuğumu hatırlıyorum... Klasik çocuk vaatlerinde bulunmadım ama istemedi zaten ona dondurma alacağımı, onu parka götüreceğimi söylemedim. Normalde de yapamıyordum ki bunları zaten.... Sadece hemen dışarıda olduğumu, babası ve dayısının da beklediğini çıkar çıkmaz evimize gideceğimizi söylediğimi hatırlıyorum... Bunlar onu rahatlattı hiç bir zaman bunca eziyete rağmen kaprisli bir çocuk olmamıştı ki zaten, rahatladı ve uyudu... "Çıkın artık!" diye bağırmaya başlamışlardı ... Ayaklarımın Özgür'den uzaklaşmak için gereken adımları attığına inanamayarak çıktım...
Aklımda sürekli tekrarladığım LEGUIN'in MÜLKSÜZLER romanında yazdığı o can alıcı dizeler vardı:

"İÇERİYE KAPAMAK YA DA DIŞARIDA BIRAKMAK; AYNI ŞEY"

...

"ACI" İŞLEVSEL Mİ???

Ben bu yazma işine başladım ama bazen de düşünüyorum, "acı edebiyatı mı yapıyorum" diye kendi kendime...

Yazamıyorum sonra uzun süre...

'İnsanların beyinlerini meşgul etmek hakkım mı?' diyorum bu tür şeylerle 'Herkesin "acı"sı kendine!'

Ama ortada yaşadık biz bunları... Üstelik burada yazılanlar zamanın unutturduklarını, tamirlediklerini ve üstünü örttüklerini sayarsak sadece yüzde onu....

"Acı" mı peki???

Le Guin geliyor aklıma gene 'toplumsal acı işlevseldir, kişisel acı yok edicidir' diyen yazar... Nedir peki okuduklarınız işlevsel mi???

Acı ya da değil yazıyorum işte... Mecbur devam edecek bu öykü...

Neden mi? Özgür bütün inadıyla tutunuyor çünkü... Onun yanında benim salmam yakışık almaz çünkü ben onun annesiyim....

5 Eyl 2010

DÜNYA... DURDU...

Biliyordum başımıza gelecekleri aslında... Yani iki oda bir salon gayet konforlu bir evde, neredeyse izole bir yaşamda bu kadar enfeksiyonu mıknatıs gibi üstüne çeken çocuk, pil raporu alınacak diye mi kapmayacaktı otuz tane öksüren çocuk arasından zatürreyi? Hem de öyle böyle değil sekiz çeşit antibiyotiğe üçlü kombinasyonlar halinde cevap vermeyecek kadar dirençli bir ciğer enfeksiyonunu...

Çocuklarınız hastalanacağı zaman önce bir huysuzlanır di mi... Ota boka ağlar, olmayacak şeyler ister, huyu değişir çocuğun, akşamına ya da gecesine de ateşlenir di mi... Genelde böyle olur yani... Özgür gibi özel çocuklar ise önce nöbet geçirir, durup dururken, nöbet genelde farklı olur,mesela tüm vücudu kasılırken normalde(!) o sefer ( ama sadece O sefer) gözü dalar, iç organları nöbet geçirir çocuğun oturuyorken birden bir çığlık atar karnım diye bakarsınız ki midesi ritmik olarak kasılıyor ya da etrafta olmayan kediyi "pisi pisi" diye kovalamaya başlar, bakar size ama görmez yada gördüğünden korkar durup dururken, normallerden(!) uzun sürer, arka arkaya olur mesela yarım saatte üç tane... Buna Status diyorlar, durdurulamayan nöbet yani. Yarım saatte üç nöbet klinik olarak göremeseniz de beynin içinde nöbet devam ediyor demek, nöbet müdahalelere rağmen durmuyor demek... Sonra ateş birden düşer, 10 dakika sonra birden yükselir, nöbetlere devam eder bu arada... Hastalığın ilk belirtileri bu döngünün ancak yirminci saatinde falan ortaya çıkar, yani doktorların evet "şu" hastalığı var demeleri için yaklaşık yirmi saat dil dökersiniz... Kan tahlilleri de kesinlikle ip ucu vermez mesela kandaki mikrop oranını ölçtükleri CRP testi normal sınırlarda çıkar ilk tahlilde ertesi sabah alınan kanda üç katına çıkmıştır o oran...

Nöbetçi doktora zatürreye benziyor dediğimde kafasını kaldırıp boş boş baktı bana, beni ve Özgür'ü tanımayan her doktorun yaptığı gibi... Onun aklından geçenleri de tecrübelerimle okuyabildiğim için hastanenin bizi tanıyan doktorunu cepten arayıp mesai arkadaşına durumu anlatmasını rica ettim, kırmadı sağ olsun.

Çok yorgunum, yazmaya bile elim varmıyor artık aslında, bütün bunları tek tek anlatmak, kimseye haksızlık etmeden, yanlış bilgilendirme yapmadan ama bütün ayrıntısıyla, aynı şeyler tekrar hatırlamak, tekrar yaşamak demek hem benim hem de eşim için... Denemiştim şansımı mesela "özel hastaneden alsak olmaz mı raporu?" diye muhtemelen karşımdaki doktor bir 'küçük burjuva özentisi'nin bildik kaprisi zannetmişti belki de... "yok" diye yapıştırıvermişti hemen " Tam Teşekküllü Devlet Hastanesi olacak" demişti. Devlet Hastaneleri'mizin bu  "Tam Teşekkül" hali aslında bizimki gibi bağışıklık sistemi bir nedenle baskılanan hastalar için kabustur, bunu da bilirler halbuki.

Yoğun Bakım... Kalp atışları normalde 80 civarı olması gerekirken 150 atıyordu, solunum hızı da çok yüksekti bunları ölçen makine susmuyordu bir türlü... Akşam üstü geldiler alalım dediler vermek istemedim önce ben başındayım dedim ama sabaha karşı artık kalbi çok yorulmuştu aldılar...

Bize durumu özetledikten sonra ( ki üstü örtülü bir biçimde "hayati tehlikesi var, acil müdahale gerekebilir, yoğun bakım hemşireleri ve doktorları bu konuda servistekilerden daha deneyimliler" dendi) "Eve gidin, dinlenin burada yapacağınız bir şey yok" dediler...

Bize "Eve gidin" dediler... Güldüm küfür yemiş gibi ama doktor gayet ciddiydi.... Eşim de katılıyordu bu fikre biraz uyumam gerekiyormuş...

"Hayır! ya beni çağırırsa?"
"Zaten çağırsa da alamazlarmış ki içeri beni"
"Yok ya! Nasıl almazlarmış! O benim çocuğum!"

Yüreğinizi bir poşete koymuşlar, yanına beyninizi atmışlar, almışlar et döveceğini, biftek hazırlar gibi vuruyorlar da vuruyorlar...


Ev arabayla 10 dakika uzaklıktaydı... Gittik, on dakika oturamadım, nasıl oturacaktım ki zaten... Kapısında beklemeye de izin yoktu, içeri girmeye izin yoktu, hastanenin otoparkında, arabanın içinde, kantinde, lobide, orada, burada hiç bir yerde duramadım. Nefes alabilecek bir açıklık aradım durdum hastane merkezli bir küçücük çemberde...

Dünya... Durdu - mu??? Dünya??? Neydi ki???

3 Eyl 2010

BİR RAPOR NASIL ALINIR (YA DA "BİR İNSAN NASIL DELİRİR") SONA DOĞRU

-BÖLÜM 3-







   IQ testini halletmişti anne ve baba. Çok mutluydular. Yapabiliyorlardı, hedefe ulaşabileceklerdi. Hemen hangi hastanede hangi tanıdığı bulabileceklerini yeniden yokladılar. Devlet ananın (babanın mıydı yoksa? Yoksa Devlet efendi mi demeliyim?) raporunu kabul edebileceği hastaneler içinde en mantıklısı (!) gibi duran Göztepe Hastanesine yoğunlaşıldı. Aranan arkadaşlardan biri çocuk acil denen bölümde çalışan Falanca Bey'i bulmasını öğütledi babaya. Ertesi gün anne, baba ve Özgür'ümüz düştü kör sabahın ayazında yollara. Hastaneye girdiler araçlarıyla. Aslında daha o an anlamaları için gereken tüm işaretleri vermişti hastane onlara. Park yeri bile yoktu hastanede. Zar zor bir yerlere sıkıştırdı baba arabayı. Anneyi Özgür'ümüzle içinde bırakıp koşturdu çocuk acile. "Durumu özetleme"deki tüm maharetlerini gösterip yardım istedi Falanca Bey'den. Falanca Bey uzun uzun ve boş boş baktıktan sonra bu konuda bir yardımı dokunamayacağını söyledi. Şuraya gitmesini, burayla görüşüp orayla konuşmasını tembihledi babaya. Hiçbirini aklında tutamayan, tutmanın gereksizliğini hızla kavrayan baba hayal kırıklığını da alıp çıktı oradan. Ve o an yeniden farketti. Ne kadar çok çocuk var, ne kadar çok hasta çocuk var! 

   Dışarı çıktı, temiz havayı soludu biraz. Arabaya gitti. Arabada kahvaltı kavgası vardı. Bazen annenin bazen Özgür'ümüzün kazandığı, kimi zaman da berabere biten kavgalardan biri daha :). O şekilde olmayacağını kısaca anlattı baba anneye. Anne nasıl olacağını sordu babaya. Baba da henüz bilmediğini söyledi anneye. Bilmiyordu nasıl olacağını ama ikisi de mutlaka ve bir şekilde olacağını, olması gerektiğini biliyorlardı. Yeniden telefon trafiği başladı. Herkes birilerinden bahsetti Ama çarkın işleyişini gören baba tüm o birilerinin pek te bir işe yaramayacağını sezebiliyordu çok ta bürokratik olmayan kafasıyla.

   Bir soluktan sonra tekrar içeri daldı. Bir doktora, hiç tanımadığı, hiç kimsenin tanımadığı doktora halini anlattı. Ansızın doktor insafa geldi. O işin ancak şöyle şöyle ve böyle böyle olabileceğini bir bir anlattı. Aniden heyecanlanan baba ne yapması gerekiyorsa yapacağını söyledi. Doktor da ona çocuğu getirmesini söyledi. Efendim? Çocuğu getir! Özgür'ümüzü mü? Buraya mı? Evetmiş, orayaymış, muayene edecekmiş doktor. Çaresiz çıktı baba odadan. Gitti ve durumu anneye anlattı. Anne, binaya dışarıdan baktı. Girenlere, çıkanlara, çocuğunu kucaklamış koşturanlara baktı. Çocuğundan bıkmışlara baktı, çocuğuna ağlayanlara baktı. Havada gezen mikroplara baktı sonra. Virüslere baktı, Özgür'ümüze saldırmak için bekleyen virüslere baktı. Ama doktor çağırıyordu işte. Kucakladı baba Özgür'ümüzü. Anne de ağzını yüzünü iyice sardı. Ya Allah deyip daldılar içeriye. Hiç Özgür'ümüz o kadar çocuğu bir arada görmüş müydü? Kimselere değmeden, değmemeye çalışarak daha doğrusu, bir şekilde girdiler doktorun odasına. İçerisi de koridordan pek farklı değildi. İki ayrı çocuk daha anneleri, teyzeleri, ablaları ve anneanneleri  bir asistan doktor, bir hemşire ile birlikte odaya sığmaya çalışıyorlardı. Doktor annenin kucağında Özgür'ümüzü muayene etti. Bir sürü tahlil ve film istedi. Baba ne için olduğunu sordu. Doktor raporu vermek için gerekli olduğunu söyledi. Baba durdu. Anne durdu. Özgür'ümüz durmuyordu. Keyfi yerindeydi. Her şeyi kurcalamak, herkesle tanışmak istiyordu. Böyle de olmayacaktı ama başka bir yol da yoktu.

   Baba babasını aradı. Babası babaya (oğluna) orada görevli akrabasını bulmasını söyledi. Oradaki akraba arandı. Akraba orada görevli değilmiş. Başka bir semtteki poliklinikte çalışıyormuş. Ama kızı oranın veznesindeymiş. Hemen akraba kız bulundu. Durum anlatıldı. Yapılması gereken testler, tahliller, çekilmesi istenen filmlerin evrakları gösterildi. Akraba yarın sabah erkenden gelmelerini söyledi. Gereken her yardımı yapacağını söyledi. Teşekkür edildi. Çıkıldı.

   Ertesi sabah karga malum işi yapmadan yola düşüldü. Surlara dayanıldı. Araba park edildi. Arabadan inildi. Bir sigara yaktı anne baba karşılıklı. Sonra derin bir nefes aldı baba, besmele çekti ve daldı kapıdan içeri. Ulubatlı Hasan misali yardı safları. Akraba kızın, başkalarının akrabası olan kızlarla bir arada durduğu çok yazıcı sesli, barkod basılan cam bölmeye ulaştı. Kapıyı açtı akraba kız ve babadan evrakları kapıdan aldı. Önce gerekli barkodlar basıldı sorunsuzca. Sonra akraba kız babaya  yapması gereken işlemleri ve gitmesi gereken yerleri tarif etti bir solukta. Baba kafasını kaldırdı. Tepeden mahşer kalabalığına baktı çaresizce. Daldı tekrar o yekvücut olmuş kalabalığın arasına. Dışarı çıktı. Anne Özgür'ümüzün kahvaltısını yedirmiş, bir sigara daha yakmıştı, annenin sigarasını yanlız bırakmak istemedi ve davrandı cebine. Durumu ve yapılacakları ve gidilecek yerleri kısaca özetledi. İkinci sigarasını yakıp yakmamayı düşündüğü bir anda "kısaca özetlemesi" bitiverdi. Özgür'ümüz kucaklandı. İçeri dalındı. Anne önden yol açmaya çalışıyor, baba da o yol kapanmadan hemen geçmeye çalışıyor. Sonunda merdivenlere ulaşıyorlar ailecek. Buralar biraz daha ferah. Bir kat aşağı iniyorlar. Röntgen bölümüne varıyorlar. Özgür'ümüz kucaktan inmek ve diğer çocuklarla kaynaşmak istiyor. Anne babanın ödü kopuyor bu durumdan. Zaptetmenin iyice güçleştiği bir anda sıra geliyor kendilerine. Anne mümkün olsa röntgenin Özgür'ümüz havada, babanın kollarında iken çekilmesini istiyor ama röntgen teknisyeni bu öneriyi duymuyor bile. "Küçük bey"e (Kısaca saçlı Özgür'ümüze hep "küçük bey" diyorlar hastanelerde.) durması gereken şekli tarif ediyor. Baba Özgür'ümüzü o şekle sokuyor. Filmler çekiliyor. Ne zaman alırız? Yarın alırsınız diyor teknisyen babayı alırsınız tonlamasıyla. Babayı değil filmleri mutlaka alacağını bilen baba yeniden kucaklıyor Özgür'ümüzü. Çıkıyorlar anne ile birlikte merdivenlerden yukarı. Çıkışa doğru saldırıyorlar. Tam çıkacakken sağa dönüp kan verme bölmesine dönüyorlar. Anne artık yol açamıyor, öyle kalabalık, ölesiye kalabalık. Baba Özgür'ümüzü anneye verip akraba kızların olduğu cam bölmeye gidiyor. İçlerinden kendi akrabasını bulup "kan çıkmadan" kan veremeyeceklerini söylüyor. Akraba kız büyük bir anlayışla diğer akraba kızlar görevini devredip babayla birlikte laboratuvara yöneliyor. Kalabalığı ustaca manevralarla yarıp kapıya varıyor. Görevlilerden birine akrabaları için öncelik istiyor. Yarın öbür gün cam bölmede işi olacak olan kendi akrabası için bizim "akraba kız"a ihtiyacı olduğunun bilincinde olan hemşire hızla bu isteği yerine getiriyor ve Özgür'ümüz torpille en öne geçiyor. Tahlil kağıdı uzatılıyor hemşireye. Hemşire tüpleri soruyor. Babanın yanında tüp yok. Evlerinde bile yok artık, kombili bir aileler çünkü. Kusura bakmamasını, hazırlıksız geldiğini, bir dahaki sefere her boy ve renkte tüp getireceğini söylüyor hemşireye. Babaya gülen hemşire tüpleri nereden edineceğini söylüyor. Baba kalabalığa dalıyor. Dışarı çıkıyor. Bahçeyi aşıyor. Karşıdaki binalardan birine giriyor. İlgili birimi soruyor. Koridoru aşması gerektiğini öğreniyor. Koridoru aşıyor. Merdivenlerden aşağı iniyor. Sola dönüyor. Kapalı iki kapıdan geçiyor. Bir iki kişiye daha sorup ulaşıyor tüplere. ama tüplerden sorumlu tüpçü yok ortada. Sesleniyor iç odalara doğru. Tüpçü hanım çıkıveriyor arka odalardan birinden sigara dumanları eşiliğinde. Elindeki kağıdı uzatan babaya ilgili tüpleri veriyor. Baba teşekkür ediyor, tüpçü abla rica etmiyor. Zaten o hastanede nedense kimse rica etmiyor. Baba hep kendi kendine teşekkür edip duruyor. Baba geri dönüp çıkıyor odadan, iki kapıyı geçiyor, merdivenleri tırmanıyor, koridoru arşınlayıp bahçeye çıkıyor. Koşarak geçiyor avluyu, anne ve Özgür'ümüzün beklediği odaya giriyor kalabalığı -bu sefer kendi başına- yararak. Hiç ağlamayıp hemşireleri şaşırtan Özgür'ümüzden kan alma işlemi bitiyor. Hemşire babanın getirdiği tüpleri yarısı dolu halde babaya geri verip getirdiği yere götürmesini söylüyor. Baba anlamıyor, mel mel bakıyor o hastanede daha önce çok baktığı gibi, Anlamayacak bir şey yok. O kan tahlilinin tüpü öte yanda, tahlili öte yanda, sonuçları bir başka öte yanda, sadece kan alma işlemi beri yanda. Baba bahçeye çıkıyor. Avluyu geçiyor. Diğer binaya giriyor. Koridoru bitirip merdivenlerden aşağı iniyor. Kapalı kapıları geçip tüpçü ablaya ulaşıyor. Bu sefer sigara içmeyen tüpçü abla alıyor tüpleri babadan. Şöyle bir bakıyor. O bakışı hiç beğenmiyor baba. Hemşire de tüpleri beğenmiyor. Yarım bunlar diyor. Nasıl yani yarım? Tam dolmamış yani! Tamam baba o kadarını hala bilebiliyor ama neden yarım olduğunu anlamıyor ve yeni tüp istiyor bu sefer tam doldurma sözü vererek. Hemşire gerek yok diyor, Baba gerek yoktu madem neden yarım olduğu düşüncesiyle panik ortamı yaratıldığını merak ediyor. Kapı, kapı, merdiven, koridor, avlu ve anne ve Özgür'ümüz. Arabadalar. Özgür'ümüz öksürüyor. Anne irkiliyor. Baba terliyor. Özgür'ümüz bir daha  bir daha öksürüyor.


   O günkü mesai tamamlanmış görünüyor. Ertesi gün sonuçlar alınacak. O sonuçları görme arzusunda bulunan doktora verilecek. Doktor gerekli değerlendirmeleri yapıp heyet raporu denen kağıdın ilgili kısmını imzalayacak. Sonra bir sonraki doktora geçilecek...


   ÇOK UZUYOR BİLİYORUM. AMA İNANIN ÇOK KISALTIP ANLATIYORUM. HELE ŞİMDİ BAYAĞI BİR KISMINI ATLAYACAĞIM. ŞÖYLE Kİ....


   O ÖKSÜRÜK GECE ARTTI. ERTESİ GÜN İŞLEMLERİN DEVAMI İÇİN HASTANEYE GİDEMEDİK. GÜN İÇİNDE ÖKSÜRÜĞE ATEŞ TE EKLENDİ. O GECE NÖBETLER BAŞLADI, DURMAK BİLMEDİ. KOŞARAK EVİMİZİN YAKININDAKİ (ÖZGÜR'ÜMÜZÜ DE İYİ TANIYAN BİR DOKTORUN GÖREVLİ OLDUĞU) ÖZEL HASTANENİN ACİLİNE ZOR ATTIK KENDİMİZİ. ACİLDE İLK MÜDAHALE SONRASINDA BİZİ SERVİSE ALDILAR. AMA ÖZGÜR'ÜMÜZÜN DURUMU GİDEREK BOZULDU. ENFEKSİYON KAPMIŞTI HASTANEDE. CİĞERLERİNE KADAR DA İNMİŞTİ. BİR KAÇ GÜN SONRA DA   YENİ BİR TAHLİL İÇİN İKİ ÜÇ HEMŞİRE KAN ALMAYI BECEREMEYİNCE DOKTORUMUZ YOĞUN BAKIM HEMŞİRESİ ÇAĞIRDI. HEMŞİRELER GÜÇLÜKLE İŞLEMİ YAPTI. ARDINDAN DA BİR YOĞUN BAKIM DOKTORU GELİP ÖZGÜR'ÜMÜZÜN SERVİSTE KALMASININ SAKINCALI OLACAĞINI "YOĞUN BAKIM"A ALMALARI GEREKTİĞİNİ SÖYLEDİ...




                                                         DURDU DÜNYA.....