23 Tem 2010

"KÜÇÜK HANIM, BİZİ ÇOK KORKUTTUN AMA SEN!"

MR makinesinde geçirdiği nöbeti, teknisyenlerin içeriye telaşla koşturmasından anladık... Çocuğumuzu ellerinden geri alabildiğimizde anestezi, ateş, nöbet üçgeninden sersem gibiydi tabii... Beyin Cerrahı geldi ve MR'ı incelediğini ve beyninde alınacak(!) herhangi bir şey olmadığını söyledi dolayısıyla orada beraber çalıştığı nöroloğa yönlendireceğini, onunla görüşmemiz gerektiğini söyledi... O da EEG'yi incelemek için bir kaç gün sonraya randevu verdi, taburcu ettiler... Üç gün sonra hastaneden telefon geldi ve Özgür'ün geçirdiği nöbeti kaydedemediklerini, teknisyenlerin bunu farketmediğini, tekrar yatıracaklarını fakat para almayacaklarını söylediler... Emin olun yüreğimize su serpildi!!!


Tekrar yattık tabii, kaydettiler, nörologla görüştük. Bu doktor "eski" doktorun aksine ilaçları alabileceği en yüksek dozundan veriyordu... "Eski" doktora gidip anlattık bunu tabii, o da "bana danışmaları lazımdı" diyerek bozulduğunu gayet net ifade etti... " Üstüne üstlük "keşke bir şeyler çıksaydı beyninde..." Demeyi de ihmal etmedi... Çok kızmıştım o zaman... İki tane öğrencisi olduğunu, şu anda en iyilerinin onlar olduğunu, ikisinden birini seçip görüşmemiz gerektiğini söyledi. Birisi için "merhametli" diğeri içinse "sinsi" bile dedi. Siz bakın diye ısrar edince biz "Kariyerime böyle bir leke süremem, başarısız oldum bu çocukta" da dedi... Çocuğumdan "leke" diye bahsetmesi bir tarafa... Neyse daha fazla yazamayacağım bu konuda... "Merhametli" olanı seçtik tabii. Elimize "yeni" doktora verilmek üzere bir mektup tutuşturup, iki yüz milyon muayene ücretini almayı da unutmayıp yolladı bizi....


Gitmedik... Onun yerine diğer doktoru seçtik özel hastanedekini yani... O kadar çok doktoru oldu ki Özgür'ün isim vermeyince karışacak gibi geliyor... Yine de isim vermek istemiyorum, örnek alınacak bir durumum yok çünkü, bunları yazma niyetim de bu değil zaten... 


Neyse bu doktor neredeyse yaşıtımız bir kadın doktordu, çok severdi çocukları, ne zaman başımız sıkışsa arayabilirdik, hangi hastanenin acil köşesinde sıkışsak, telefonla ya da bizzat gelerek konsültasyona katılırdı... İlk ondan duyduk " farklı gelişen çocuk" tamlamasını ve yine ilk ondan duyduk " Drawet Sendromu"nu... Radikal çözümleri vardı,  tabi bu çözümler "Özgür gibi" çocuklarda ne kadar işe yararsa... Yine de memnunduk, her yılın dört ayı Amerika'ya eğitime gitmese ve biz mail yoluyla ulaşmak zorunda kalmasak...


Bu doktorumuz, başlangıçta aldığı üç ilacı, olabilecek en yüksek dozlarına arttırdı. Bu demektir ki, ilaçların kanda dolaşım yoğunluğunun, vücudun ağırlığına oranı en yüksekteydi... Bir gün yeniden ateşlendiğinde Özgür aşılarını takip eden doktora götürdük, orada geçirdiği nöbet ve ateş yüzünden, yatıralım dedi, Bakırköy civarında bir hastane önerdi, ambulans bile önerdi, biz apar topar arabamızla hızlıca götürdük...


Eşim iyi araba kullanırdı zaten, fakat çok özel yeteneklerde geliştiriyor insan bu arada çünkü İstanbul trafiğinde, saat 16:00 civarındayken, Nişantaşı'ndan Bakırköy'e kaç dakikada gidilebilir ki?


Yol boşsa; on beş km'yi, dört buçuk dakikada katedebiliyor normalde... Bunu da başka bir gün deneyimlemiştik... Hakkımı yememek lazım o arabanın arka koltuğunda kasılıp duran bir çocuğu, kafasını, gözünü çarpmadan ve boğulmamasını sağlayarak taşımak da benim meziyetim...


Yatırdık, kan alındı, Özgür acile gelir gelmez kullanılan bazı ilaçlar var, onlar bağlandı, beklemeye başladık... Kan tahlilleri çok kötüydü, sadece bu söylendi bize, antibiyotik başlandı, işe yaramadı, virütik olmasından şüphelendiler, ikinci antibiyotik başlandı dirençli bakteri olma ihtimaline karşı... Aşı doktorumuz ve nöroloğumuz konsültasyona çağırtıldı, bir de hematolog geldi...


Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Açıklıyorlardı ama açıklamalar daha önce duyduklarımız gibiydi fakat nörolog da, çocuk enfeksiyoncu da, hematolog da iyi gözle bakmıyordu çocuğuma...
Katta dolaşmaya çıktığımızda, hemşirelerle cilveleşirken Özgür, hematolog geldi, onu dolaştırmamamız, hatta ağlatmamamız gerektiğini söyledi, bizi hemen odamıza kovaladı. Hala virüsten korktuklarını zannediyordum çünkü çoğu hastanede çocuk bölümü tek kattadır, yani yeni doğan'da aynı kattadır, zatürreli çocukta... Değilmiş... Özgür - çeşitli sebeplerden- ITP hastalığına yakalanmış yani kanında trombosit azlığı yüzünden pıhtılaşma olmuyormuş bu da iyi ihtimalle "iç kanama", kötü ihtimalle "beyin kanaması"ymış...


Normal insanda 300-450 bin arası olması gereken trombosit değeri, 13 bine kadar düştü Özgür'de... Sebep olarak yüksek dozda verilen epileptik ilaçlardan birinin yan etkisinin üstüne " Herpes Simplex" yani uçuk virüsü kaptığını, her iki durumun da kandaki trombositleri adeta biçtiğini söylediler...


Orada da onbeş gün kadar kaldık... Omurilik sıvısından örnek alındı, kemik iliği görevini yapıyor mu diye, şişesi yaklaşık bin dolar olan, donmuş plazma da denebilecek bir ilaçtan altı saatte bir tane olmak üzere verdiler, dokunan epileptik ilacı aniden kesip ( ki bu bile hayati bir tehlikedir çocuk için) yerine başka bir tane koydular, trombositler on gün sonunda yükselişe geçmeye başlayana kadar odamızın kapısı önünde acil durum arabası bekledik, hemşireler törenle kaldırdılar kapımızın önüne park ettikleri yerden arabayı...


Hangi hastaneye yatarsak yatalım; Özgür'ü ilk kez gören hastane personeli; doktoru, hemşiresi, hasta bakıcısı, hasta kayıttaki sekretere kadar hepsi, her şey olup bittiğinde eğilip hep aynı şeyi söylediler Özgür'e,  aralarında sözleşmiş gibi...


"Küçük hanım, bizi çok korkuttun ama sen!"

Hiç yorum yok: