12 Tem 2010

ÜÇ AY SONRASINA KADAR UNUTMUŞ GİBİ YAPMIŞTIK O GECEYİ

Bu üç ayda kızımızı tatile götürdük anneannesinin köy evine... Bayıldı bahçeye toprakla oynadı bolca, denize soktuğumuzda yüzmeyi iç güdüsel bir biçimde bildiğini fark ettiğimizi hatırlıyorum, bayağı yüzüyordu çocuk... Hiç korkmadı denizde; kıçında bez, biz çıkardıkça emekleyerek denize kaçıyordu, hiç bir sekiz aylık çocuğun konuşamadığı kadar konuşuyor, sıralıyor, puzzle yapabiliyor, uygun parçaları doğru deliklerden içeri sokabiliyordu... Bunca iyi şeye rağmen rahatlatamamıştım içimi bir türlü, etrafımdaki herkes endişelerimi sadece "anne evhamı" olarak niteliyordu... Sanırım,  tüm eleştirilere rağmen, aşırı korumacı tavrım, Özgür'e karşı garip bir gerginliğim vardı. Emzirirken bile korkuyordum. Rüyalarıma giriyordu; emerken nöbet geçirmeye başlayacak, sütü yutamayacak ve boğulacaktı Özgür... Bu kadar emindim yani... Uzun zaman geçti üzerinden ve bu paranoyak rüyalara daha niceleri eklendi bu arada, hatta gündüz düşlerim bile vardı. Bunları arka arkaya yazsam ve bir psikologa göstersem, sanırım süresiz kapatır beni bir kliniğe...  


Çocuk büyütmüşler şöyle bilir: Çocuk hastalanacaksa önce bir huysuzlanır, uyumak ve yemek istememeye başlar, bir süre sonra da ateşi yükselmeye başlar, diğer belirtiler ortaya çıkar ve doktora götürürsünüz... 


Özgür ve onun gibi çocuklar önce nöbet geçirir, nöbetin ağırlığına göre hastalığının durumunu anlarsınız - genelde anneler anlar sadece, doktorlar tahlil yapar - Özgür'ün yirmi beş dakika süren ikinci depremine evde bir cumartesi gecesi yakalanıverdiğimizde yine hastanelik olduk tabii...  Hastanede enfeksiyon belirtisi göremedikleri için eve yolladılar... 
Bayılan çok insan görmüştüm o güne kadar, hiç biri o an kadar korkutmamıştı beni... Evde kocaman bir minderimiz vardı onun üzerinde oyun oynardı Özgür; başından ayrılamamak, gözünü ayıramamak ve göreceğiniz sahne: Çocuğunuzun vücudunun saniyenin bilmem kaçta biri kadar bir anda çuval gibi boşanıverip geri gelmesi... 


Yeterince iyi ifade edemiyorum; yüzlercesini görmüş, görüyor, görecek olmama rağmen her seferinde aynı korkuyu, kızgınlığı, telaşı yaşamam yüzünden....




Tekrar kapıp hastaneye götürdük tabi...Bu sefer bir nörolog çağırmayı teklif ettiler, çağırdılar da fakat nöroloğumuz günlerden pazar olması dolayısıyla pazartesi sabahına kadar gelmedi.O teşrif edene kadar, popodan ateş düşürücüyle idare ettik, kendisi geldi ve Ulus'taki muayenehanesine davet etti bizi, vizite ücretini kesip gitti... İlk EEG' sini çektirdik başına bir sürü kablo bağlandı ( Şu anda ülkemizde 35 kanaldan ölçüm yapılabiliyor ) uyuttuk, uyandırdık, yüzüne flaş patlattılar on- on beş dakika kadar, sonunda doktorun makamına gelebildik...


EEG -sonraki bir çokları gibi- temizdi... Bir daha olmayabilirdi, zaten Epilepsi o kadar korkulacak bir hastalık değildi, hem tarihte bir çok ünlü kişi de Epilepsiydi, mesela Napoleon, Caesare....
Aslında sevinmeliydik bile... Kendimize huzur satın alıp geldik yani anlayacağınız... Benim arızalı ısrarlarım sonucu, hem eşimin hem de benim kardeşime de bakmış olan bir başka doktora daha götürdük... Ayrıntılı aile öykülerimizi aldı, nöbet tarif ettirdi, çekilen EEG'ye baktı, kendisi de ayrıca çekti, ilk ilacımızı başladı, sürekli takip gerektiğini söyledi...


Doktor -bizden mi,  Özgür'den mi bilemiyorum- bezene kadar devam etti... 


Bir doktor hastayı başından savmaya çalışır mı? Buna ne sebep olur? Hastanın kendisi mi, hastalığın kendisi mi?


Önce değişik bir kaç ilaç denedikten sonra bizi emekli olduğu üniversite hastanesine yatırıp, orada ayrıntılı tahliller yapılacaktı. Böylece Özgür on dört aylıkken, araştırılsın diye yirmi yedi gün kadar bir üniversite hastanesinde yatmaya başladık ailecek....


Özellikle hastane, doktor, ilaç adı vermemeye çalışıyorum çünkü kimseye öğüt, bilgi vermek değil niyetim, ben sadece Özgür adında bir kız çocuğunu anlatmaya çalışıyorum... 



Hiç yorum yok: