1 Ağu 2010

NERDE KALMIŞTIK...

Yazamıyorum ne zamandır... Hatırlamak yordu biraz sanki ama devam etmeli bu öykü...
Neresinden başlarsan başla ulaşacağı son şimdilik bilinmez ama yarım bırakmak "son"a büyük haksızlık olacak...

İşte tam da bu yüzden devam etmeli...

Hastaneden çıktıktan sonra harika bir "52 gün" yaşadık, bence tam bir "balayı"ydı... Elli iki gün boyunca hiç nöbet geçirmedi Özgür... Gezdik tozduk, yedik içtik, tık yok çocukta... Bir yandan seviniyor, bir yandan da işkilleniyordum ve endişelerimi ifade ettiğim herkes beni 'paranoyak anne'likle suçluyordu. Yaz ortalarıydı ve herkes 'iyileşti işte! bir tatile çıkın ve her şeyi unutun' diyordu... Biraz inatçı çıkmıştı hastalık ama bitmişti işte!

Keşke yanılsaydım, 'paranoyak' olmayı benim kadar isteyeni bulamazdınız o zaman. Yakama yapışan o hislerin doğru çıkmaması, sadece kuruntu olarak kalması için emin olun ben de çok çabaladım olmadı ama bir kez daha olduramadım....

Akçay'a gittik annemin köy evi'ne... Televizyonu bahçeye bağlamaya çalışıyorduk çok severdi Özgür TV seyretmeyi. Anteni bağlamakla uğraşırken biz, hipnotize edilmiş gibi televizyonun anten bağlanmamış karlı görüntüsüne doğru yürüdü, yürüdü, göz bebekleri sonuna kadar açık, yüzünü gömdü ve yine tutuldu, ben de onu son anda tuttum...

Sonrasında bizi İstanbul'a dönmeye ve bir daha da tatil ya da her ne sebeple olursa olsun Özgür'ün düzenini bozmamaya zorlayacak kadar çok nöbet geçirdi...

Nöbet görmüş insanlar bilirler... Dikkat edin geçirmiş demiyorum, "görmüş" diyorum... Her hastanın bir "aura" sı vardır... Aura nöbet öncesi dönemdir, kiminin aurası geniştir, yani nöbet geçireceği akşamın sabahından başlar gariplikler, kimininki de - Özgür'de olduğu gibi - bir iki saniye bile sürmez....

En zoru da budur, çocuğunuz güle oynaya yemek yerken mesela, ya da dalmış puzzle oynarken, resim yaparken, banyoda, tuvalette, uyumak üzereyken ya da uyanmak üzereyken, ya da uykuda, ama hep en zamansız, en olmayacak yerde ve en olmayacak durumda nöbet geçirmeye başlar... Altıncı his ve refleks çok işinize yarıyor böyle durumlarda... Hep tetikte yaşamaksa ne yapıyor insana tahmin edin....

İstatistiksel olarak bayağı becerikliyim bu konuda. İstatistiksel olarak diyorum çünkü nöbet yüzünden ölen insan sayısı yok denecek kadar az ama nöbet yüzünden başa gelen kazalardan ölen azımsanmayacak kadar çok...

Doktorlardan biriyle yaptığım konuşmayı anımsadım, adamcağız çaresizlikle başını yana eğip " nöbetler bitene kadar başını, gözünü sağlam tutmaya bakacaksınız... başka da yapacak bir şey yok " demişti....

Derdim günüm bu oldu benimde işte... Hele ki nöbetleri geceden gündüze döndüğünde "uyurken boğulur mu?" kabusum, değişti ve gelişti maalesef kendimi aştım paranoyaklıkta... Bir anne düşünün ki, çocuğunu çok istemesine rağmen parka götürmüyor, eline boyama yapması için kalem, kesmesi için makas vermiyor, doğum günlerine, daha doğrusu başka çocukların var olduğu hiç bir ortama çocuğunu sokmuyor, eve gelenleri bir an önce gönderiyor, top almıyor mesela çocuğuna alınan topu hemen saklıyor... Ben de olsam "arıza galiba" diye düşünürdüm, düşündüler de... Soru işareti halinde nasıl bakar bir çift göz insana gayet iyi bilirim... Yapmak zorunda olmak ne demek onu da çok iyi bilirim ama... Peşinden ayrılamıyordum, evde ikimiz yalnızken mesela tuvalete bile gidemiyordum, sigara içmem gerektiğinde mutfaktaki mama sandalyesine bağlıyordum onu, karşıma koyuyor camdan başımı uzatıp içiyordum sigarayı... Başka zorunluluklarda bebek arabasına bağlayıp, arabayı banyoya kadar sokup yine yüz yüze, göz göze hallediyordum yapmam gerekenleri, gözümün önünden ayırmamalıydım çünkü... Evde birileri varken - ki Özgür'ü emanet edebileceğim ve edemeyeceğim insanlar grubuydu onlar- bin tane tembih sıralıyor insanları sıkıyordum... Hepsi çocuğu "Özgür" bırakmadığım konusunda hem fikirdi ama, günde otuz tane nöbet geçirebilmiş ve bunca dikkate rağmen kafasını gözünü defalarca şişirebilmiş bir çocuğu nasıl Özgür bırakabileceğim konusunda değişik fikirler sunabiliyorlardı...



Çoğu kendimi fazla kastığımı, hastalığı birken bin ettiğimi, sorunun onda değil bende olduğunu söylüyordu... Kızan bile vardı bana bunun için, insan kendi çocuğuna bile rahat rahat paranoyaklık yapamıyor....

O bir iki saniyelik dar zamanda çocuğu güvenli bir pozisyona almak zaman zaman kolay, zaman zaman da çok zor oluyordu. Kesin bir şey vardı ki; buna şahit olan her ağız, sonrasında hep bıraktı konuşmayı, bu konuda en azından... Haklıymışsın diyen oldu, uzun zaman sonra, belki de geç olan bir zaman sonra, demeyen, fikir değiştirmeyen de olmuştur galiba... Özgür'ü bu güne kafası gözü bu kadar sağlam - ve güzel :) - getirene kadar neler yaşadık, görenler bile anlamadılar sanırım beni, anlayamazlar da başlarına gelmedikçe... Sanırım....

Bunu da anlatacağım ayrı bir yazıda...

Hiç yorum yok: